11 Kasım 2009 Çarşamba

Kadın Hakları


Hayvan topluluklarının hepsinde fizikî güç, özellik ve farklılıklar büyük önem taşır. İnsan toplumlarında dikkati çeken ilk önem sırasının cinsel ol­duğu, sonra fizikî ve iktisadî önem sıralarının söz konusu olduğu, son za­manlarda ve çağdaş telakkilerde ise önem sırasının iş bölümüne dönüşmeye başladığı öne sürülmektedir. Tarih boyunca kadına tanınan statünün, genel hatlarıyla bu iddiayı desteklediği de söylenebilir.
Yakın zamanlara kadar, bazı istisnalar dışında erkeklerle kadınlar me­denî ve siyasî haklarda eşit değildi. Son yüzyıla kadar Batı toplumu kadın hakları konusunda kötü bir sınav vermiştir. Günümüzde bu toplumdaki aykırılık ve aşırılıklar da âdeta bu kötü döneme tepkiyi içeren karşı ucu teş­kil etmektedir. Kimi bilim adamlarına göre, kadının köle seviyesinde bulu­nuşu, köklenmiş nüfus şartlarının sonucuydu. Çocuk ölüm oranı çok yüksek olunca insanların yeryüzünden silinme tehlikesi belirmiş ve kadınlardan sadece çocuk vermeleri beklenmişti. İtalya’da Mussolini kadınlara yüksek öğrenimi yasaklarken, Hitler 1914 yıllarının II. Guillaume’unu hatırlayarak kadınların “üç k”dan başka şeylerle uğraşmamasını istemiştir (kinder=çocuk, kuche= mut­fak, kirche=kilise).
Tarih boyunca kadınların siyasî haklardan uzak tutulmalarının istisna­ları görülmektedir. Kimi yazarlar, kadınların saltanat sürdüğü dönemleri sağ duyunun ağır bastığı dönemler olarak adlandırır. XV. yüzyılda müs­lü­man­ları ülkeden atan ve Kristof Kolomb’un Amerika seferini himayesine alan İspanya Kraliçesi Katolik İsabella, 1558’de İngiltere tahtına çıkan, Protes­tanlığı sağlamlaştıran Elisabeth, Büyük Katerina (1729-1796), 1740-1780 yılları arasında hüküm süren Avusturyalı Maria Teresa ve 1837-1901’de hüküm süren Victoria devlet gemisini yürütmüş kadınlardır.
Günümüzde kadınlara oy hakkı tanınmasından sonra hemen hemen bütün ülkelerde kadın bakan ve milletvekili sayısı düşme göstermiştir. Et­raflıca incelenmeye değer bu konuya ilişkin olarak Fransız sosyolog Gaston Bouthoul, temel siyasî meselelerin savaş ve zorbalık terimleriyle sarılıp sar­malanarak sunulduğu zamanımızda, ruhsal yapıları ve özel mantık düzen­leriyle kadınların bu terimleri anlamasının ve benimsemesinin güçlüğünden bahseder ve önümüzdeki günlerde de savaşın er kişilerin en büyük meselesi olmaya devam edeceğini ileri sürer. Ona göre, siyasî davranışlar bakımın­dan kadınları erkeklerle eş tutmak yanlıştır ve meseleyi ayıklamaya yetme­mektedir. Kadınların devletin gidişine bütün kadınlıklarıyla katılması isteni­yorsa, oylarının ve düşüncelerinin erkeklerin davranışlarının yan sonuçları, yan ürünleri olarak kabulüne son verilmelidir. Kadınlar insan nüfusunun yarısıdır ve sayılarına uygun şekilde temsil edilmeleri halinde meclislerdeki milletvekili ve hükümet üyeliklerinin yarısı kadınlardan oluşur.
İslâm dininin kadına tanıdığı hakların değer ve önemini daha iyi kavra­yabilmek için İslâm’dan önceki çeşitli toplum ve medeniyetlerde kadının durumu hakkında kısaca bilgi vermekte yarar vardır.
Eski Hint telakkisine göre kadın, yaratılış olarak zayıf karakterli, kötü ahlâklı ve murdar bir varlıktı. Budizm’in kurucusu Buda başlangıçta kadın­ları kendi dinine kabul etmemişti. Hint hukuku kadına evlenme, miras ve diğer uygulamalarda hiçbir hak tanımıyordu. İsrail hukukunda baba kızını satabilirdi; ailede erkek evlât varsa kızlar mirastan pay alamazlardı. İran’da Sâsânîler döneminde kız kardeşle evlenilebilirdi. Eski Yunan’da koca dilerse karısını başkasına devredebilir, kendisi öldükten sonra eşinin başkasına devredilmesi için anlaşma yapabilirdi. Çinliler’de kadın insan sayılmadığı için ona ad bile verilmezdi.
İnsanların çeşitli müdahaleleriyle aslî hüviyetini yitiren Yahudilik ve Hı­ristiyanlık, Hz. Havvâ’nın Hz. Âdem’i aldatarak yasak meyveyi yemesine sebep olduğunu kabul ettiğinden, kadını ilk günahın asıl suçlusu, bütün insanlığı günah kirine boğan kötü bir varlık sayar ve ona şeytan gözüyle bakar. Bu yüzden İngiltere’de kadına İncil’e el sürebilme izni ancak XVI. yüzyılda verilebilmiştir.
Eski Türkler’de kadının durumu, diğer toplumlara nisbetle iyi sayılabi­lirdi. Ancak onlarda da İslâm ahlâkı ve günümüz değer yargılarıyla bağ­daşmayan uygulamalar vardı. Meselâ maddî durumu elverişli olan erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Babası ölen evlât, annesi dışında, baba­sından kalan bütün kadınlarla evlenmek zorundaydı. Eğer baba, sağlığında malını paylaştırmamışsa kızlar mirastan mahrum bırakılırdı. Bununla bir­likte eski Türk geleneğinde siyasal haklar bakımından kadınların durumu, dönemine göre, hatta sonraki birçok döneme göre oldukça iyi ve ileri bir durumdaydı. Nitekim Nizâmülmülk’ün, Orta Asya’da âdet olduğu üzere kadınların siyaset üzerine müessir olmalarını önlemek arzusu ile, kadın hâkimiyetine eğilim göstermemesi için padişahı ikaz ettiği bildirilir.
İslâm’dan önceki Araplar’da bazı soylu aile kızları birtakım imtiyazlara sahip olsalar da genelde kadının durumu çok kötüydü. Her şeyden önce dinmek bilmeyen kabile savaşları kadınlar için büyük bir tehlike oluşturu­yordu. Çünkü Câhiliye Arabında kadın, savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli yollarla yararlanılan bir ganimet kabul edilirdi. Bu durumda, kız çocuklarının ileride kendilerine utanç ve ar getirecek bir du­ru-ma düşmesinden kaygı duyan müşrik Araplar, yeni bir kız çocuğunun do-ğumunu utanç verici bir olay sayarlardı; hatta bunu önlemek için bazı kabi-lelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdeti bulunmaktaydı. Bunu geçim zorluğu yüzünden yapanlar da vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu uygula-malara değinilerek, onları buna yönelten zihniyet yerilmektedir. Câhiliye döneminde zina ve fuhuş eğilimleri, son derece çirkin ve ahlâk dışı uygula-maların, sözde nikâh usullerinin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetinde de işaret edildiği üzere, Câhiliye döneminde genç kızları pazarlayarak bundan kazanç sağlayanlar bile vardı (en-Nûr 24/33).
İslâm dini, zina ve fuhuşu önleyici tedbirler alması yanında, bütün müs­lü­manların kardeş olduğunu, her müs­lü­manın malının, kanının ve namusu­nun “Mekke kadar, Kâbe kadar” mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilân etmek suretiyle kabileler arası savaşı ortadan kaldırdı. Bu gelişme en çok kadınlara yarar sağladı. Çünkü yeni düzen, onları esir düşüp câriye olmaktan, erkekler için gelişigüzel bir tatmin aracı ve ganimet malı haline gelmekten kurtardı. Artık kadın iffetsizliğe zorlanamayacak, hatta iffetine gölge düşürücü sözler söylenemeyecekti (en-Nûr 24/4-6). Kız çocukların hor görülmesi ke­sinlikle yasaklanmış (el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/31); kız evlât ile erkek evlât arasında hiçbir değer farkının bulunmadığı ifade edilmiştir (en-Nahl 16/56-59). Kadının fizyolojik bakımdan erkeğe göre zayıf olduğu gerçeği kabul edilmekle birlikte (en-Nisâ 4/34), bu onun için horlanma sebebi sayılmayıp, aksine, bu vesileyle erkeğe, kadını himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme, ihtiyaçlarını karşılama gibi görevler yüklenmiş (en-Nisâ 4/24-25); bütün bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle hiçbir medeniyette benzeri görülmeyen bir yücelik ve değer verilmiş (el-İsrâ 17/23-25); “Cennet anne­lerin ayakları altında” gösterilmiştir (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, III, 361).
Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği yaratılış sahnesine göre, önce erkek yara­tılmış, daha sonra ve bizzat ondan (veya aynı asıldan) eşi (kadın) yaratılmış ve bütün insanlar bu çiftten türemişlerdir (el-Bakara 2/187). Bu tasvir, öz ve esas itibariyle, kadın erkek ayırımı yapmaktan zi
yade bu ayırımın olmadığını, aslolanın “insan” olduğunu anlatmaktadır. Tasvirde ikinci olarak vurgulanan husus ise, erkek ve kadının, birbirlerinin hasmı ve rakibi değil, bir bütünün parçaları oldukları ve birbirini tamamlayıp bütünledikleridir. Biri diğerine eş olmanın ve insanların türeme mekanizmasını oluşturmanın tabii gereği olan bu farklılık, kesinlikle ontolojik ve değer itibariyle bir farklılık değildir.
Kur’ân-ı Kerîm’de erkeğin kadından üstün yaratıldığı izlenimini veren âyetler, toplumsal bakış ve telakkileri yansıtmaktadır. Meselâ “Sayesinde Allah’ın bir kısmınızı diğer kısmınıza üstün tuttuğu şeye imrenmeyin, onun için iç geçirmeyin, hayıflanmayın. Erkekler kendi kazandıklarında pay sa­hibi olduğu gibi, kadınlar da kendi kazandıklarında pay sahibidir. Bu yönde Allah’ın lutuf ve ikramından isteyin” (en-Nisâ 4/32), “Yine herkes (erkek ve kadın) ana baba ve yakınların bıraktıklarında aynı şekilde pay sahibidirler...” (en-Nisâ 4/33). “Erkekler, hem Allah’ın kendilerine sağladığı bu üstünlük (yani erkek yaratılmış olmaları) hem de bu uğurda harcamada bulunmaları sebebiyle, kadınların işlerini çekip çevirirler. Sâlih kadınlar uyumlu davranırlar ve gizlilikleri Allah’ın istediği gibi korurlar. Gerginlik çıkarmalarından endişe ettiğinizde onlara nasihat edin, yataklarda sırtınızı dönün ve onları dövün. Eğer uyum sağlarlarsa, onların aleyhine davranmak için bahane aramayın” (en-Nisâ 4/34).
Bu âyetlerde anlatılmak istenen husus insanlar arasında erkek olmanın avantajlı olduğuna dair yaygın telakkinin Allah nezdinde bir öneminin olmadığıdır. Evet erkeklik ve kadınlık Allah’ın takdiri gereği olan bir şeydir. Yaratılış ve türeyiş bunun üzerine kurulduğu için, bir kısım insanların erkek, bir kısmının kadın olması kaçınılmazdır. Yaratılış gereği doğal farklılıkların da etkisiyle mevcut toplumsal telakkilerin bir cinse üstünlük atfetmesi sebe­biyle niye o cinsten olmadığınıza hayıflanmayın. Bu Allah’ın takdiridir. Fakat Allah karşısındaki konum, Allah ile olan ilişkiler bakımından erkek kadın farkı olmadığı gibi insanî kazanımlar açısından da aralarında bir fark yoktur, kemale yürümede fırsat eşitliği vardır ve herkesin kazandığı kendi­sinedir. Kadın erkek farklılığı ve cinsler hakkındaki toplumsal telakkiler Allah açısından bir değere sahip değildir.
Kur’an’ın önerdiği hayat anlayışında temel öğe ve muhatap olarak in­san alınmıştır. Bu bakımdan Kur’an’da, kadın-erkek ayırımı yapılmadan çeşitli hak ve sorumluluklardan, insan ilişkileriyle ilgili birçok ilke ve kural­dan söz edilir. Bu yüzden İslâm’da kadın da erkek de, çocuk da yetişkin ve yaşlı kimse de hiçbir cins, renk, yaş ve statü farkı gözetilmeksizin benzer bir ilgi ve öneme sahiptir. Dinî telakkiler, hak ve ödevler kural olarak o dine inanan herkesi eşit şekilde ilgilendirir, sadece erkeklere veya kadınlara özgü sayılmaz. Bununla birlikte dinî metinlerin sosyal ve hukukî kural ve düzen­lemelerinde genelde toplumlarda egemen grup esas alınarak söz edildiği için, sonuçta bu ifadelerin diğer grupları ne ölçüde kapsadığı ve onların ne gibi haklarının bulunduğu tartışılmaya başlanır. “İslâm’da kadın hakları”, “kadı­nın bireysel ve sosyal konumu” gibi tek yanlı bir anlatımın ortaya çıkması ve bu konuda kaygı ve tartışmaların gündeme gelmesi de bu sebepledir. Bununla birlikte çocuk, kadın, köle, işçi, fakir ve kimsesizler gibi çeşitli grup ve cinslerin haklarının güvence altına alınması, egemen ve karşı grupların da sorumluluklarını belirlemek anlamına geldiği için, sonuçta, toplumda her grubun hak ve sorumluluğu belirlenmiş, aralarında denge kurulmuş olmak­tadır. Bu yüzdendir ki ilâhî dinlerin en önemli mesajlarından birisi de, top­lumda çeşitli haksızlık ve mağduriyetlere mâruz kalabilecek durumdaki grup ve kimselerin haklarının korunması olmuştur.
Kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip değildir. İlke olarak insanların en değerlisi, “takvâda en üstün olanıdır” (el-Hucurât 49/13). Kur’ân-ı Kerîm’de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün veya ikisi birbirine eşit tutulmak yerine birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir (el-Bakara 2/187). İslâm inancına göre Hz. Âdem bütün insanlığın atası olduğu gibi, Hz. Havvâ da annesidir (el-Hucurât 49/13). Ehl-i kitabın, Âdem’i “aslî günah” işlemeye eşinin kışkırttığı şeklindeki inançları Kur’ân-ı Kerîm’deki bilgilerle bağdaşmaz. Nitekim Tevrat’ta “yasak meyve”yi, yılanın kadına, kadının da Âdem’e yedirdiği belirtilirken (Eski Ahid, “Tekvîn”, 3), Kur’an’da “Şeytan ikisini de ayartıp yanılttı” (el-Bakara 2/36) buyurularak her ikisini de şeyta­nın aldattığı belirtilmektedir. Başka bir âyette, Havvâ’dan hiç söz edilmeyip, şeytanın doğrudan doğruya Âdem’e seslendiği ve “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını, eskimeyen saltanatı göstereyim mi?” (Tâhâ 20/120) dediği ifade edilir.
Hukuk, toplumda var olan sosyal ve insan ilişkilerinin açıklık, güven ve düzen içinde yürütülmesini, bireylerin hak ve sorumluluklarının belirlenip dengelenmesini hedefler. Bunu gerçekleştirirken, toplumda var olan telakki ve değerlerin hukuka yansıması kaçınılmazdır. Bu itibarla tarihî süreç içeri­sinde müs­lü­man toplumlarda oluşan hukuk kültür ve geleneğinde, kadının hukukî konumuna, birey, anne, eş, vatandaş gibi çeşitli sıfatlarla sahip ol­duğu hak ve sorumluluklara veya tâbi olduğu kısıtlamalara ilişkin olarak yer alan yorum ve görüşlerin, âyet ve hadislerde sözü edilen ilke ve tavsi­yelerin yanı sıra o toplumların bu konudaki gelenek, kültür ve telakki tarz­larıyla da yakın bağının bulunması tabiidir. Bu yüzden de, kadının temel hak ve özgürlükleri, ehliyeti, şahitliği, örtünmesi, sesi, yabancı (kendisi ile arasında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkeklerle bir arada bulunması, yolculuğu, sosyal hayata katılımı, kamu görevi üstlenmesi gibi çeşitli konular asırlar boyu oluşan zengin fıkıh literatüründe geniş yer işgal etmiş, hukuk ekollerine, çevre ve dönemlere göre kısmen farklılıklar arzeden birçok görüş ve yorum ortaya çıkmıştır.
İslâm’da insanlık ve Allah’a kulluk bakımından kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadının konumu erkekten farklı değildir. Kadınlar hakkında ibadet temizliği ve iba­detlere ilişkin bazı özel düzenlemelerin bulunması, bir cinsin kul olarak üs­tün tutulması veya ikinci derecede kabul edilmesi anlamında olmayıp, bun­lar cinsin biyolojik yapı ve fıtrî özelliklerine binaen konmuş hükümlerdir.
İslâm hukukunda, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları kadına da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunul­mazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim temi­natı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur.
Kadının maddî ve mânevî kişiliği, malı, canı ve ırzı erkeğinki gibi değer­lidir; her türlü hakaret, saldırı ve iftiradan korunması gereklidir. Aksine davrananlar hakkında İslâm hukukunda ağır cezaî hükümler konulmuştur.
Kadın bağımsız bir hukukî şahsiyettir; hak ehliyeti ve fiil ehliyeti açısın­dan kadın olmak, ehliyeti daraltan bir sebep değildir. Haklarının kocası ya da başkası tarafından ihlâl edilmesi halinde hâkime başvurarak haksızlığın giderilmesini sağlamak hususunda erkekten farklı bir durumda değildir.
Kişinin sonradan kazandığı vasıflar sebebiyle sahip olacağı haklar ve ta­şıyacağı sorumluluklar arasında diğer hukuk düzenlerinde olduğu gibi İslâm hukukunda da kişilerin durum ve özellikleri ölçü alınarak mâkul bir denge kurulmuştur. Bu yüzden kadın, askerlik, cihad, yakınlarının geçimini sağ­lama, yakınlarının işlediği cinayetlerden doğan kan bedeli borcuna katılma gibi malî ve bedenî borçlarla yükümlü sayılmamış veya malî yükümlülükleri asgarî seviyede tutulmuş, bununla dengeli olarak kadına mirastan erkeğe göre yarı pay verilmiştir. Kadının diğer malî ve ticarî alanlarda erkeklerle eşit konumda olduğu, kadın olması sebebiyle herhangi bir kısıtlamaya mâ­ruz kalmadığı dikkate alınırsa, İslâm miras hukukundaki bu özel düzenle­menin böyle bir nimet-külfet dengesine dayandığı söylenebilir.
Kadın ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip olduğu bütün hak ve yetkilere sahiptir. Her ne kadar hukuk doktrininde kadının aile hu­kuku alanına ilişkin hak ve yetkilerini sınırlayan birtakım görüş ve yorum­lar mevcut ise de bunlar doğrudan âyet ve hadislerin açık ifadesinden kay­naklanan hükümler olmaktan çok toplumun ortak telakki ve hayat tarzının hukuk kültürüne yansıması olarak değerlendirilebilir. Öte yandan literatür­deki bu görüşler, ailenin kuruluş ve işleyişini belli bir otorite ve düzene bağlama, aile içi ihtilâfları birinci kademede çözme gibi pratik bir amaca da yöneliktir. Bununla birlikte İslâm toplumlarında hukukun dinî ve ahlâkî bir zeminde gelişmesi sebebiyle, diğer alanlarda olduğu gibi aile hayatında da tarihî seyir içinde kadın aleyhine sayılabilecek ciddi bir sıkıntı görülmemiş, aile hayatı, kendi sosyal ve kısmen de dinî yapı ve karakteri içinde uyumlu bir şekilde sürdürülmüştür.
Kadının şahitliğiyle ilgili olarak Kur’an’da yer alan “İki erkek şahit bu­lunmadığında razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve -biri yanıldığında diğeri ona hatırlatsın diye- iki de kadın şahit bulunsun” (el-Bakara 2/282) meâlindeki âyetten kadının değer ve insanlık yönünden erkekten aşağı ol­duğu gibi bir sonuç çıkarmak doğru değildir. Gerekçe unutma, şaşırma ve yanılmayla ilgili olup, getirilen hüküm hakkın ve adaletin yerini bulması amacına yöneliktir. Benzeri bir hüküm hadislerde bedevî erkeklerin şahitliği hakkında da söz konusu edilmiştir. (Ebû Davud, “Akdiye”, 17; İbn Mâce, “Ahkâm”, 30) İçinde bulunduğu şartlar ve eğitim sevi­yesi itibariyle gerçeğin ortaya çıkmasına, hak ve adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunma imkânı sınırlı olan kişi ve gruplar için böyle bir düzenle­meye gidilmiş olması tabiidir. Öte yandan bu hükmün sadece malî haklar ve borçlar konusunda yapılacak şifahî şahitlikle ilgili olduğu, ihtiyaç duyuldu­ğunda kadının da tek başına şahit olabileceği, yazılı beyan ve belge ile ispat açısından kadın-erkek ayırımının gözetilmeyeceği yönünde doktrinde mev­cut olan görüşler de burada asıl amacın kadının şahitlik ehliyetini kısıtlamak değil, adaleti en iyi şekilde sağlamak olduğu fikrini teyit eder.
İslâm’da kadının konumuyla ilgili olarak çağımızda belki de en çok tartı­şılan konu, kadının örtünmesi meselesidir. Kur’an’da kadınların ev dışına çıkarken üzerlerine örtü (cilbâb) almaları (el-Ahzâb 33/59), erkek ve kadın­ların gözlerini haramdan sakındırmaları, iffetlerini korumaları, kadınların ziynet yerlerini göstermemeleri, başörtülerini yakalarının üzerine kavuştur­maları ve bağlamaları (en-Nûr 24/30-31) istenmiştir. Gerek bu ve benzeri âyetlerin ifade tarz ve üslûbu, gerekse Hz. Pey­gam­ber dönemindeki uygu­lamalar, kadınların örtünmesinin, tavsiye kabilinden veya örf-âdete ve sos­yokültürel şartlara bağlı ahlâkî çerçevede bir hüküm olmaktan öte dinî ve bağlayıcı bir emir olduğunu göstermektedir. Çağımıza kadar bütün İslâm bilginlerinin anlayışı ve asırlar boyu İslâm ümmetinin tatbikatı da bu yönde olmuştur. İslâm’ın örtünme, iffetini koruma, gözlerini haramdan sakındırma gibi emirleri sadece kadınlara yönelik olmayıp, hem kadınlara hem de er­keklere aynı üslûp ve kesinlikte ayrı ayrı yöneltilir, topluma da bu konuda gerekli tedbirleri alma görevi verilmiştir. Ancak örtünme konusunda kadın­lara daha ağır bir sorumluluk yüklendiği ortadadır. Fakat bunu İslâm’ın kadına daha az değer verdiği, kadını sosyal hayatta geri plana ittiği şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Aksine bu kabil hükümleri İslâm’ın kadını ko­ruma, yüceltme ve ona toplumda saygın bir yer kazandırma çabasının bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Zaten utanma ve örtünme, canlılar içinde sadece insana has bir özelliktir. İslâm’ın aslî kaynaklarında erkek ve kadının örtünmesi ilke olarak konmuş, İslâm bilginlerinin de ortak görüşleri kadınların el, yüz ve ayakları hariç örtünmeleri, erkeklerin de diz kapağı ile göbekleri arasını örtmeleri gerektiği üzerinde ağırlık kazanmıştır. Ancak örtünmenin renk, üslûp ve şeklinin toplumların gelenek, zevk ve imkânla­rıyla bağlantılı olacağı, bu sebeple de bölge ve devirlere göre farklılık göste­rebileceği açıktır. Bu itibarla, asıl amacın kadın ve erkeğin iffetli ve meşrû bir hayat yaşamaları, aşırılıklardan, tâciz ve tahriklerden korunmaları olup, örtünme de bu amacı gerçekleştirmede önemli bir araç sayılmıştır.
İslâm, erkeğin ve kadının karşı cinse olan ihtiyaç ve temayülünü tabii bir vâkıa olarak karşılamakla birlikte (Âl-i İmrân 3/14; er-Rûm 30/21), bunun meşrû bir zeminde, düzen ve ölçü içinde gerçekleşmesini gaye edinmiş, hem bireylerin hem de toplumun ortak yararlarını koruyan bir dizi tedbir ve dü­zenleme getirmiştir. Bunun için de Kur’an ve hadislerde kadın, cinsel tatmin ve zevk aracı olarak değil anne, eş, evlât gibi belli bir insanî değer olarak takdim edilir. İslâm, kadının güzelliğinin ve vücudunun zevk ve eğlenceye, ticarete, cinsel tahrik ve pazarlamaya konu edilmesine de şiddetle karşı çık­mıştır. Kadınların örtünmesiyle ilgili dinî emirlerin yanı sıra, bir kadına ko­cası dışındaki erkeklerin şehvetle bakmasının haram kılınışı da (en-Nûr 24/ 30-31) bu anlamı taşır. Hatta kadının sesinin fitneye yol açacağı, bunun için de yabancı erkekler tarafından duyulmasının doğru olmadığı şeklinde klasik literatürde yer alan görüşler de bu amaca yöneliktir. Burada söz ko­nusu edilen kısıtlama ile erkek ve kadınların bir arada yaşaması, birbirlerini görmeleri ve seslerini duymaları değil, kadın-erkek ilişkilerinde fitne, tahrik ve ölçüsüzlük önlenmek istenmektedir. Yoksa Hz. Pey­gam­ber’in ve sa­hâ­bî­le­­rin genç ve yaşlı hanımlarla konuştuğuna dair pek çok örnek vardır. (Bk. Buhârî, “Nikah”, 6; Müslim, “Birr”, 53) Ka­dınların ticaret, eğitim, seyahat, sosyal ve beşerî ilişkiler gibi normal ve sıradan ihtiyaçlar için erkeklerle sesli konuşmalarının veya örtünmesi ge­rekli yerlerini örtmeleri şartıyla birbirlerini görmelerinin câiz olduğu açıktır. Ancak kadın ve erkeğin sosyal hayattaki yakınlık ve ilişkisi gayri meşrû beraberlikler, kötü arzu ve planlar için bir başlangıç teşkil edecek bir boyut kazandığı zaman bu davranış kendi özü itibariyle değil, yol açacağı kötü­lükler sebebiyle yasaklanmış olmaktadır. Şu var ki, “fitne” kavramının devir ve muhitlere göre farklı tanım ve kapsamının olabileceği düşünülürse, kadı­nın sesi, kadının erkeklerle konuşması ve sosyal hayata katılımı konusunda da zaman ve zemine göre farklı ölçü ve yaklaşımların benimsenebileceği söylenebilir.
Gerek hadislerde (bk. Buhârî, “Nikâh”, 111; Müslim, “Hac”, 413-424) gerekse fıkıh literatüründe yer alan, kadının ancak yanında kocası veya mahremi olan bir erkeğin bulunması halinde yolculuk edebileceği şeklindeki ifadeler de, yine kadını korumaya yönelik bir tedbir olarak görülmelidir. Burada yolculuktan maksat, namazları kısaltmayı veya ramazan orucunu ertelemeyi câiz kılacak ölçüdeki ve o dönemin şartlarında yaya olarak veya deve yürüyüşüyle üç gün sürecek bir yolculuktur. Kadının tek başına ya da mahremi olmayan bir erkekle yolculuk etmesinin, özellikle yolculuğun hay­van sırtında veya yaya olarak, çöl, dere-tepe aşarak yapıldığı bölge ve de­virlerde hem kadın hem de erkek açısından birtakım sakıncalar taşıdığı, en azından üçüncü şahısların kötü zan ve dedikodularına yol açabileceği, bu­nun da kadının iffet duygusunu rencide edebilecek uygunsuz bir durum olduğu açıktır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında kadının uzak yerlere ancak kocası ile veya kendisiyle evlenmesi câiz olmayan oğlu, kardeşi, kayınpe­deri gibi mahremi bir erkekle seyahat etmesinin gereği üzerinde durulmuş­tur. Hanefî ve Hanbelî mezheplerinde kendisine bu şekilde refakat edecek bir mahremi bulunmayan kadına haccın vâcip olmadığı hükmü benimsenir­ken de bu noktadan hareket edilmiştir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde ise, kadının kendisi gibi birkaç kadınla birlikte bir grup oluşturarak hacca gide­bileceği görüşü ağırlık kazanmıştır. Şu halde, kadının yakını olmadan tek başına veya yabancı erkeklerle birlikte seyahat edemeyeceği şeklindeki görüşleri bu zeminde değerlendirmek, kadının kişilik, onur ve iffeti için ben­zeri tehlike veya sakıncaları bulundu
ğu şehir içi veya şehir dışı yolculukları aynı grupta ele alarak öncelikle mevcut ve muhtemel sakıncaları gidermek, bu mümkün olmazsa geçici ve özel bir tedbir olarak refakatçi erkek çözü­münü benimsemek gerekir. Nitekim Hz. Pey­gam­ber de bir kadının Ye­men’den Şam’a kadar tek başına güven içinde seyahat edebilmesini müs­lü­man toplumlar için ideal bir hedef olarak gösterir. (Buhârî, “Menakıb”, 25) Bu itibarla kadının yolcu­luğu konusunda seyahat özgürlüğünü kısıtlamak değil kadınların ve her bireyin güven ve huzur içinde yolculuk edebilmesini sağlamaktır. Bunun için de yolcuların emniyet ve güven içinde bulunduğu, açıklık ve belirli bir düzen içinde yapılan otobüs, tren, uçak yolculukları veya özel araçlarda yolculuk konusunda günümüzde daha hoşgörülü düşünmek mümkün gö­rünmektedir.
İslâm’da kadının konumu ve hakları konusundaki tartışmaların önemli bir kısmı da, kadının sosyal hayata katılımı, çalışması ve kamu görevi üst­lenmesi noktalarında odaklaşır. Özetle ifade etmek gerekirse, kadının ev içinde ve dışında çalışması, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yar­dımcı olması kural olarak câizdir ve kadının böyle bir hakkı vardır. Bu ko­nuda bir sınırlama ve yönlendirme varsa, o da kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan farklı özellikleri ve kabiliyetlerine bağlı önceliklerle ilgilidir. Kadının öncelikli olarak işi ve görevi, ev idaresi, çocuk bakım ve eğitimidir. Erkeğin öncelikli işi ise ailenin geçim yükünü omuzlamaktır. Şartlar değişti­ğinde, ihtiyaç bulunduğunda kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olması hatta rollerin değişmesi mümkündür. Önemli olan hayatın huzur ve düzen içinde geçmesi, ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin imkân ve kabiliyet­lerine uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir. Hz. Pey­gam­ber’in, evin iç işlerini kızı Hz. Fâtıma’ya, dış işlerini ise damadı Hz. Ali’ye yüklemiş olması, müs­lü­manlar için bir aile modeli oluşturma amacına yöne­lik bağlayıcı bir kural değil, ihtiyaç, örf ve âdete dayalı tavsiye niteliğinde bir çözüm görünümündedir. Kadının çalışmasının ve kamu görevi üstlenme­sinin sınırlandırılmasına ilişkin olarak İslâmî eserlerde yer alan görüş ve hükümler, nasların açık ifadelerinden değil hukukçuların içinde bulunduğu sosyokültürel ve ekonomik şartlardan kaynaklanmaktadır. Hz. Pey­gam­ber devrinden itibaren kadınlar çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlar, önemli görevler üstlenmişlerdir. Kadının öğretmenlik, memurluk, doktorluk ve hem­şirelik gibi görevleri üstlenmesinin câiz olduğunda ciddi bir ihtilâf mevcut değilken, hâkimlik ve üst düzey yöneticilik yapmasının cevazı konusunda hayli farklı görüşlerin bulunması da bu yönde bir gelenek veya telakkinin bulunmayışıyla yakından ilgilidir. İslâm hukukçularının çoğunluğu kadın­dan hâkim olmayacağı görüşünde ise de bu görüşün açık bir naklî delili yoktur. Hanefîler ve İbn Hazm, kadınların şahitlik yapabildiği dava türle­rinde hâkimlik de yapabileceği görüşündedir. Taberî ve Hasan-ı Basrî gibi İslâm bilginleri ise kadından hâkim olmasına hiçbir dinî engelin bulunmadı­ğını ileri sürerler. Öyle anlaşılıyor ki klasik dönem İslâm hukukçuları, kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikimlerinden hareketle, kadınların adaleti gerçekleştirme, yargılama ve hükmü uygulama konusunda erkekler ölçüsünde dirayetli olamayacağı, bunun için de hâkim olmalarının doğru olmadığı görüşüne sahip olmuşlar, haliyle bu görüşler hukuk doktrininde de ağırlık kazanmıştır. Kadınların kaymakam, vali, devlet başkanı gibi üst dü­zey kamu yöneticisi olamayacağı yönünde klasik fıkıh literatüründe yer alan görüşlere de benzeri bir açıklama getirilebilir. Hâkimlik ve yöneticilik, toplumda önemli bir kamu görevi olduğundan İslâm’ın cins, yaş veya renk­lere göre bir ayırım yapmayacağı, aksine hâkimlerin ve yöneticilerin bu görevi hakkıyla yürütebilecek niteliklere sahip olması üzerinde duracağı açıktır. Hz. Pey­gam­ber devrinde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yar­gılar tamamen silinmemiş olduğu halde ictihad etmiş, hüküm ve fetva ver­miş, bir nevi hâkimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin kararlarını etkileyecek ölçüde siyasî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ancak kadınların da sahip oldukları hak ve yetkilerin uygulamaya geçirilmesi ve kadınların sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri tamamen sosyoekonomik ve kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir. İslâm bu konuda temel hak ve ilkeleri belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmı müs­lü­man toplumların kendi gelişim seyrine terketmiştir. Bu itibarla kadınların kamu görevi üstlenmesi ve sosyal hayata iştirakleri konusunda daha sonraki dönemin kaynaklarında yer alan yönlendirme ve kısıtlamalar, genelde İslâm bilginlerinin kendi bilgi, tecrübe ve kültür birikimlerinden, toplumda yaygın telakkilerden, bu yönde ciddi bir ihtiyacın bulunmayışından, biraz da devrin olumsuz şartlarından kadınları uzak tutma gayretlerinden kaynaklanmaktadır.
Gerek İslâm dininin aslî kaynaklarında yer alan hükümler gerekse asır­lar boyu çeşitli bölge ve toplumlarda süregelen uygulama sonucu oluşan İslâm hukuk kültürü, kadının hakları ile sorumlulukları, aile ve toplum için­deki rolü, konumu ve kendisinden beklenen ödevler arasında uyum ve den­geyi gözetmeye özel bir önem vermiştir. Öte yandan hak ve sorumlulukların dağılımı, cinslerin imkân ve kabiliyetleriyle de yakından ilgilidir. Meselâ ataerkil bir aile hayatının egemen olup kadının sosyal hayatta erkeğe ba­ğımlı olarak rol üstlendiği dönemlerde kadınların irtidad, yol kesme, anarşi ve isyan gibi suçları aslî fâil olarak işlemeyeceği düşünülmüş, onlara daha hafif cezalar öngörülmüş, savaşlarda da kadın ve çocuklar ayrı bir statüde mütalaa edilmiştir. Kadının şefkati ve eğitme yeteneği sebebiyle çocuğun bakım ve yetiştirilmesinde anneye ve diğer kadın akrabaya erkeklere göre öncelik verilmiştir.
Kadının başlıcalarına yukarıda işaret edilen hakları yanında sorumlu­lukları da vardır. Kadınların hakları ile sorumlulukları birlikte ele alındı­ğında, İslâm’ın adalet, hakkaniyet ve denge ilkesinin bu alanda da geçerli olduğu görülür. Kadınların dinî öğretideki konumları da ancak böyle bir hak-sorumluluk, yetki-görev dağılımı içinde belirginleşir. Aile yapısının korunması, ailede düzenin, huzur ve mutluluğun sağlanması gibi maksat­larla kendisine yönetim ve aile reisliği hakkı tanınmış olan kocaya saygılı olmak kadının başta gelen görevlerindendir ve bu husus âyetlerde ve ha­dislerde önemle vurgulanmıştır. Bütün toplumlarda pederşahî bir aile düze­ninin hâkim olduğu bir dönemde kadının görevlerine ağırlıkla yer vermenin gereksiz olduğu düşünülebilir. Ancak, özellikle çağdaş Batı toplumlarında ciddi bir aile problemi halini alan sözde “kadın özgürlüğü” adı altındaki ge­lişmeler dikkate alınırsa, İslâm’ın kadının görev ve sorumluluklarıyla ilgili olarak koyduğu hükümlerin ne kadar önemli olduğu daha iyi kavranır.
Aydınlanma döneminden bu yana toplumsal hayatta kadın özgürlüğünü konu alan pek çok akım ortaya çıkmıştır. Bu akımlardan en kalıcı olanı şüphesiz, kadının eğitimini, sosyal ve siyasi haklarını savunan ve günümüzde de etkin bir şekilde varlığını hissettiren feminizm hareketidir. Kadını sözde, erkeğin eksik ve aşağı ötekisi olarak tanımlayan bir düşünce geleneğine meydan okuyan feminizm, Fransız devrimini takip eden bir süreçte, kadınlara karşı adaletsiz davranıldığına ilişkin inancın arttığı düşüncesi ile organize olarak, özgürlük ve bağımsızlıkların genişletilip kadınlara da tanınması, bu çerçevede kadınlara oy kullanma gibi bir anlamda erkeklerin tekelinde olan siyasi hakların verilmesi, kadınların da eğitim ve çalışma imkânlarına sahip olması için yürütülen kampanyalarla her zaman gündemdeki yerini korumuş ve genel olarak kadın haklarının genişletilmesinin tüm toplumsal ilerlemenin genel prensibi olduğunu öne sürmüştür. Feminist hareket içinde kadın ve erkeğin eşitliğini savunan gruplar olduğu gibi, kadının biyolojik ve duygusal olarak erkeğe üstün ve erkeğin “tamamlanmamış kadın” olduğunu savunan radikal gruplar da yer almaktadır.
Feminizmin, kadın haklarını ve kadın erkek eşitliğini savunması gibi olumlu neticelerinin yanı sıra, genel olarak, kayıtsız şartsız özgürlük düşüncesiyle, aile ve sosyal hayat için vazgeçilmez olan birçok kural ve değeri hiçe sayan veya aşındıran görüşleri bakımından bazı olumsuzlukları içerdiği de dile getirilmektedir. Feminizmin bu tür aşırı yorumu, esasen sosyal hayatın hiçbir alanında, kadın olsun erkek olsun, hiçbir insan için geçerli olmayan “Kendi hayatımı canımın istediği şekilde yaşamak hakkımdır!” anlayışını, adeta bütün değerlerin üstüne çıkarmakta, sonuçta da, dinimizde kutsallık kazanmış olan aile yuvasının iğreti bir hal almasına, kadın ve erkeğin, aile sorumluluklarını çekilmez bir yük ve bir tür esirlik gibi algılamalarına yol açmaktadır. Batıda ve batılılaşma gayreti içinde olan ülkelerde bu hareketin belki de en önemli olumsuz sonucu, aile bağlarının zayıflamasına, ailenin eşlerin karşılıklı bağlılık ve fedakarlığıyla yürütülen kutsal bir kurum olmaktan çıkıp her iki taraf için de bencilliğin ve çıkar ilişkisinin egemen olduğu bir birlikteliğe dönüşmesine zemin hazırlıyor olmasıdır.
Aslında toplumda gerçekleşmesi beklenen ortak hedef, gerek kadına gerekse erkeğe yönelik her türlü ayrımcılığı ortadan kaldıran, insanı “insan” olarak gören, her şart ve ortamda onu eşit ve saygın kabul eden bir anlayışın yaygınlaşması olmalıdır.
On dört yüzyılı aşkın İslâm tarihi boyunca müs­lü­man toplumlarda, Batı’da ortaya çıktığı şekliyle bir kadın sorunu, buna bağlı olarak da kadının ezilmişliği ve kurtarılması, kadın hakları gibi sosyal hareketler olmamıştır. Bu olumlu durumu, uygulanan İslâm hukukunda kadının ve erkeğin hak ve sorumluluklarının dengeli ve ayrıntılı bir biçimde belirlenmiş olmasından çok, İslâm toplumlarında hukukî kural ve yaptırımların da temelde dinî ve ahlâkî bir zemine dayanmış olmasıyla, İslâm’ın bireye kazandırdığı dünya görüşünün, hak ve sorumluluk anlayışının onun bütün insan ilişkilerini etkilemekte oluşuyla açıklamak daha isabetli olur.
Çağımızda İslâm’da kadın ve kadın hakları konusunda müs­lü­man ve gayri müslim yazarlar tarafından bir hayli eser kaleme alınmış olup bu mev­zuda zengin bir literatür ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu gelişmelerin teme­linde günümüz müs­lü­man toplumlarında kadın hakları ve anlayışı konusunda ciddi bir krizin yaşanmakta oluşundan çok, Batılı yazarların kendi toplumsal gerçek ve değerlerini, aile hayatıyla ve kadınla ilgili telakkilerini ölçü alarak İslâm dünyasına yönelttikleri tenkitler, Batılılaşma taraftarlarının aynı çizgi­deki önerileri, müs­lü­man yazarların da bunlara cevap verme ve konuyla ilgili özeleştiri yapma gayretleri yatmaktadır. Bu konuda samimi olarak or­taya konacak fikrî mesailerin ve özeleştirilerin çok yararlı olacağını inkâr etmeksizin belirtmek gerekir ki, bütün grup ve kesimler gibi kadınların da sevgi, saygı ve mutluluktan daha çok pay alabilmeleri, müs­lü­man toplum­ların, İslâm’ın getirdiği hayat anlayışını, insana verdiği değeri, yüklediği ağır sorumluluğu ve insan ilişkilerinde hâkim kılmaya çalıştığı ölçüleri daha iyi kavramalarına bağlıdır.
Oluşmasında âdet ve geleneklerin de etkisinin bulunduğu kişisel görüş­lerin din telakki edilmesi çok büyük sıkıntılar doğurmaktadır. Her konuda zayıf veya kuvvetli olsun, herhangi bir hadisin, zaman ve çevre faktörünü dikkate almadan bir hükme esas ve dayanak yapılması son derece sakınca­lıdır. Kendince İslâm’ı müdafaa etmeye çalışan veya onun adına konuşan kimselerin, eski dönemlerin kendi şartlarının iz ve etkilerini taşıyan fıkhî görüşleri, tek İslâmî çözüm olarak takdim etmeleri, hem sorunların çözü­müne bir katkı sağlamamakta hem de yaşanan olumsuzlukların İslâm’a mal edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmaktadır. Genel ilkeler ve bunların belli gelenekleri ve alışkanlıkları olan toplumlarda hayata geçirilme biçimi var. Dikkat edilecek hususlardan biri bu ikisini özdeşleştirmemek, ikincisi ise, bir dönemdeki hayata geçirilme biçiminin, o dönemdeki genel şartlara göre insan hakları açısından durumunun ne olduğunu tesbit etmektir.

Diyanet İlmihali

3 Eylül 2009 Perşembe

...gurub etti güneş dünya karardı....

Hacı Arif Bey'in son eseri olan kürdihicazkar şarkısı.

(Emel Sayın yorumu tavsiyelidir...)

gurub etti güneş dünya karardı
gül-i bağ-ı emel soldu sarardı
felek de böyle matemler arardı
gül-i bağ-ı emel soldu sarardı


Rahmetle yat Hacı Arif Bey...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Mesnevi Cilt I, B.615-638

...


Sen beytin tefsirini Kur'an'dan oku Allah "Attığın zaman sen atmadın"* dedi.


Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yazyız, o yayla ok atan, Allah'tır.


Bu "cebir" değil, cebbarlığın mânasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak Allah'a tazarru ve niyaz içindir.


Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.


Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne?


....

....


Hak'kın cebrinden agâh isen faryâdın nerde? Cebbarlık zincirini görüşün hani?



Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan, nasıl hürlük eder?



Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşları dikildiğini görüyorsan.



Gayrı sen de âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife âcizlerin huyu ve tabiatı değildir.



Mademki görmüyorsun: Tanrı'nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?


Hangi işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun:



Hangi işe meylin ve isteğin yoksa... Bu, Allah'tandır diye kendini Cebrî yaparsın!



Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.



Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.



...





*Bedir Harbinden bahsedilirken Kur'an'da "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Ok attığın zaman sen atmadın, Allah attı." denmektedir. (Enfâl / 17)





MEB Yayınevi, Basım 1988

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Merhamet Nedir??

...



Ferdî şahsiyeti olan insan, merhamete düşkündür, aşkı yüceltir. Merhamet, belki bütün aşkımızın kaynağıdır. Nefsimizi acınan varlığın yerine koyarak böyle elim bir karşılaştırmadan elde edilen egoist duygu, merhamet değildir. O, olsa olsa, nefsimiz için duyulan derin bir korkunun maskelenmiş çehresidir. Merhamet, âlemşümûl bir ruh hareketi, sonsuz bir sevgidir. Belki başkalarını nefsimizden fazla sevdiğimiz halde herşeyin fâni olduğunu düşünmemiz ve bunu isbat eden müşahhas bir hâdise ile karşılaşmamızdır. Merhamette ilâhî bir sima barınır. O, kin ve garazkârlık gibi, egoizm ve kuvvetten de nefret edicidir. Hazreti İsa, egoizmin en aşırı iki kutbunu temsil eden, muharebe ve cinsî arzulardan iğreniyordu. Merhamet, insanî zaaflar cinsinden pasif bir ruh hali değildir; insanın kendine üstün bir kudretin, ebedî olması istenen varlığın zevâlini seyretmesidir. Sanki bizde fâniliği temaşa eden ebedî varlığın kendisindeki ebedîlikte huzurundaki acz ile çırpınan fâniliğin arasında kendine mahsus ve mutlak bir tezadı yaşaması halidir. Bu cevherin insana nüfûz ettiği nadir anlarda, aşk ile merhametin sımsıkı birleştiğini görüyoruz. Bu hallerde insan, kendi üstüne yükseldiğini ve adetâ tanrılaştığını duyuyor.




...





Nurettin Topçu, "Yarınki Türkiye" / "Cemiyetin Ruhu"

12 Ağustos 2009 Çarşamba

...

"Mutlu olmak korkunç bir şeydir!
Nasıl da onunla yetinilir. Nasıl da onun yeter olduğu sanılır.
Nasıl da hayatın yalancı amacı olan mutluluğu elde edince,
gerçek amaç olan ödev unutuluverir.."

V. Hugo

Şiir Şehir İstanbul


İstanbul güzelliğin kımıldayan adıdır... Madde ile mânânın iffetli buluşması... Bir gül kokusudur o, bir münâdi çağrısı... "Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar".


Fetihtir, fatihadır... "Bu şehr-i Stanbul ki, bî-mislü bahadır/ Bir sengine yekpâre Âcem mülkü fedâdır". İmân, ışık ve duâ... Tarihin, estetiğin, var oluşun destanı... "Bulutla şaha kalkmış Fatih'ten kalma bir kır at". Ayasofya içinde secde ederken Bizans, adı İslâm-bol olur, Konstantinepolis'in... Haşmetlû bir pâdişah ferman eder cihana. "Bilesüz bundan böyle Hak üzredir İstanbul". Sefer-i Hümâyûnla Budin'e ulaşır ses: "İslâm'ın ışığı yaymaktır muradımız!..."



Ve nihayet kirinden arınır köhne tarih... Çağlara rahmet gelir.. Esirgeyen, bağışlayan bir rahmet... Minareler kıyamda, güller kıraattadır... İstanbul, gök-aynada mâvera titreşimi... İstanbul şiir şehir, göğün nefes alışı... Kubbelerde efsunlu bir rüzgâr dalgalanır.. Püfür püfür esinti: "Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet/ Al sana derya gibi sonsuz Karacaahmet". İstanbul, bulutlarda uçuşan bir yazmadır... "Çamlıca'da yerdedir göklerin derinliği". Suyu öper mavilik, mermerlerin rüyasıdır İstanbul. Bir belde-i muhayyel, tezyinatın uyumu, hislerin nazım şekli... Zamanlar, hatıralar, güzellikler iç içe... Yedi iklim, beş kıta meftundur bu şehrin ihtişâmına. "İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?" Ruhunu dinler gibi, dinler bu şehri insan: "Başında eski âlemlerin sarhoşluğu".



İstanbul sırrî oluş.. Anlatışa sığmaz ki. Okyanus bir bardağa koyulup içilir mi? O, "Semâ ile toprak arasında dalgalanan en güzel hat". Üstün, lâ-teşbih sanat.. Sevgi İstanbulludur, sezgi İstanbulludur.. "Ay ve güneş ezelden, iki İstanbulludur..."



Ufukta bir silûet, bir fecir esenliği.. Bir müezzin insanı ötelere çağırır: "Şahadet parmağıdır göğe doğru minare:/ Her nakışta o mânâ: öleceğiz ne çare?" Belli: Bütün mesele "bilinmezi" bilmektir. Eşyanın ötesini.. "Seyret Sultanahmet'i/ Öyle bak, öyle ısın./ Belki açmaz bir daha çiçekleri Mayıs'ın".



Ve nihayet İstanbul, bir mânâ aramaktır:
"O mânâyı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul..."




Olcay Yazıcı / Kitapsız Toplum

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Nazar

Gece, Leyla'yi ayın on dördü
Koyda tenha yıkanırken gördü.
"Kız vücudun ne güzel böyle açık!
Kiz yakından göreyim sahile çık!"
Baktı etrafına ürkek, ürkek
Dedi:"Tenhada bu ses nolsa gerek?"
"Kız vücudun sarı güller gibi ter!
Çık sudan kendini üryan göster!"
Aranırken ayın olgun sesini,
Soğuk ay öptü beyaz ensesini,
Sardı her uzvunu bir ince sızı;
Bu öpüş gül gibi soldurdu kızı.
Soldu, günden güne sessiz, soldu!
Dediler hep: "Kıza bir hal oldu!"
Ta içindendi gelen hıçkırığı,
Kalbinin vardi derin bir kırığı.
Yattı, bir ses duyuyormuş gibi lâl.
Yattı, aylarca devam etti bu hâl.
Sindi simasina akşam hüznü,
Böyle yastıkta görenler yüzünü,
Avuturlarken uzun sözlerle,
O susup baktı derin gözlerle,
Evi rüzgar gibi bir sır gezdi,
Herkes endişeli bir şey sezdi.
Bir sabah söyledi son sözlerini,
Yumdu dünyaya ela gözlerini;
Koptu evden acı bir vaveyla,
Odalar inledi: "Leyla! Leyla!"
Geldi köy kizları, el bağladılar...
Diz çöküp ağladılar, ağladılar!

Nice günler bu seametli ölüm,
Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;
Nice günler bakarak dalgalar,
Dediler: "Uğradı Leyla nazara!"

Yahya Kemal Beyatlı

7 Ağustos 2009 Cuma

...

"Topkapı Sarayı'nda oturan bir devlet başkanına sahip cemiyetin duyguları ile, Ihlamur Kasrı'na sığınmış bir devlet başkanına sahip olan bir cemiyetin duyguları, hisleri, anlatım ve ifade vasıtaları aynı olamaz. Tuna'dan Yemen'e bir devletin tabâsı olmanın, vatandaşı olmanın getirdiği ahvâl başka, Meriç'le Fırat arasındakinin başkadır. Bu hiçbir zaman toprak egemenliği falan filan meselesi değildir. Zamanla beraber sanatın ifadesinin değişmesi çok tabii bir şeydir. Deden otuz odalı evde oturuyordu, sen üç odalı evde oturuyorsun. O kadar değiştik."

Ömer Tuğrul İnançer

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Oğuz Aral ve İsmail Dümbüllü'den "Direkler Arası" ve Sadri Alışık'tan "İstanbul Şehri" şiiri...





Gönüllerin gülü, rüyaların bülbülü, sahnelerin vaz geçilmez ismi, gazinomuzun medah-ı iftiharı: Emel Sayın...





Hayat Üzerine Düşünceler (Giriş) [1/2]

Tolstoy'un "Hayat Üzerine Düşünceler" adlı kitabının giriş bölümünün ilk kısmı. (İkinci kısım pek yakında...)


Geçimini değirmencilikle sağlayan bir adam hayal edelim. Bu adam, dedelerinden ve atalarından duyduğu biçimiyle değirmenin bütün ayrıntılarından ve onu çalıştırmak için gerekli bütün işlemlerden haberdar olsun. Mekanik biliminden habersiz olan bu adam, tahılın iyi öğütülmesi için değirmenin ötesini berisini kendi bildiği gibi düzenleyip ayarlarken, değirmenin esas kuruluşunu öğrenmeye merak sarar. Ve un dökülen oluktan değirmenin taşlarına, değirmen taşlarından mihverine, oradan da çarklarına geçerek, çarkı döndüren suya ulaşır ve bu değirmenin hareket etmesi hususunda en önemli unsurun akan su olduğunu anlar.

Bu buluşuyla sevinen değirmenci, değirmen taşlarını ihtiyaca göre biraz kaldırmayı ya da indirmeyi, bir çarktaki dönüş hareketini diğerine aktaran kayışları duruma göre sıkmayı ya da gevşetmeyi vb. terk ederek, değirmenin içindeki bütün hareketlerin ilk kaynağı olan suyu incelemeye başlar. Kendi kendine bırakılan değirmen ise bakımsızlıktan yavaş yavaş paslanmaya ve bozulmaya yüz tutar. Yakınında bulunanlar değirmenciye yaptığı yanlışı hatırlatırlar. Değirmenci ise bunları reddederek, en önemli gördüğü ve bütün değirmenin ondan ibaret olduğuna kanaat getirdiği suyu daha bir hararet ve dikkatle incelemeye koyulur. Başkalarının kesin itirazlarına karşı değirmencinin verdiği cevap şudur: “Akan bir su olmazsa değirmen hareket etmez. Değirmeni bilmek için suyun nasıl getirileceğini ve bu suyun ne kadar hareket gücü doğuracağını bilmek gerekir. Sonuç olarak değirmeni bilmek için suyu bilmek lâzımdır.”

Mantıktan ayrılmayan değirmenci, iddiasında ısrarlıdır. Onu hatalı davrandığına ikna etmek için, “bir şeyi muhakeme ederken, muhakemenin kendisi kadar muhakeme edilen konunun da önem taşıdığı”nın ve muhakemenin meyvedar olması için “muhakemenin önce hangi hususta yapılması gerektiği”nin kendisine anlatılması lâzımdır.

Akla yatkın muhakeme ile akla yatkın olmayan bir muhakeme arasındaki fark şudur: akla uygun yapılan muhakemelerde, muhakeme konuları taşıdıkları öneme göre sıralanır ve düzene kavuşturulur. Akla uygun olmayan muhakemelerde ise bu sıralama ve düzen yoktur. Bu sıra ve düzenleme de keyfi ve rast gele bir şey değildir ve özüyle ilgisi olmayan bir muhakeme, son derece mantıklı bile olsa doğru sayılamaz.

Değirmencinin amacı “öğütme” işleminin gerçekleştirilmesiydi. Eğer bu amacı gözden kaçırmadan takip ederse, ulaşacağı sonuç şu olacaktır: “Değirmenin çeşitli parçalarının sıraya konulması ve düzene kavuşturulması.” Değirmencinin muhakemesi asıl amaca uygun düşmezse, son derece mantıkî olsa bile, yine de gerçeğe uygun sayılamaz. Böyle bir muhakeme, Kifi Mevkiyeviç’in “Eğer filler de kuşlar gibi yumurtadan çıksalardı, fil yumurtasının kabuğu ne kadar kalın olurdu!” biçimindeki muhakemesine benzer.

Benim fikrimce, modern bilimin hayat hakkındaki görüşleri tıpkı buna benziyor.

Hayat, insan tarafından yönlendirilen bir değirmendir. Değirmene ilişkin her türlü işlemin aslî maksadı, “öğütme”nin ıslahıdır. Hayata ilişkin her bir teşebbüste de aslî maksat “hayatın geliştirilmesi” olmalıdır. Ve bu aslî maksadı zarara düşmeden bir saniye bile göz önünden uzak tutmak mümkün değildir. Hayata ilişkin muhakemeler ve görüşlerde bu maksat göz önüne alınmazsa, esas muhakeme de yerini kaybeder. Muhakememiz, tıpkı, “Fil yumurtasının kabuğunu delmek için harcanacak barutun kuvveti ve miktarı ne kadar olmalıdır?” şeklindeki muhakemeye benzer.

Hayatı inceleme ve derinden araştırmanın amacı, onun ıslahıdır. İlim ve irfan alanında insanlığa önder olan büyükler de hayata bu açıdan bakmışlardır. Ancak, daha önce de olduğu gibi, zamanımızda da bu esas amacı terk ederek “Hayatın kaynağı nedir? Değirmen neden dönüyor?” konusuyla meşgul olanların sayısı çoktur. Bunların bir kısmı değirmenin suyla döndüğünde ısrar ediyor; diğer bir kısmı ise değirmendeki bu hareketin onun mekanizmasından ileri geldiğini iddia ediyor. Sonuçta, asıl konu giderek değişiyor ve başka bir şey konuşulur hale geliyor. Bir Yahudi ile bir Hıristiyan arasında geçen maceraya dair meşhur bir hikaye vardır: Hıristiyanın biri bir Yahudi ile münakaşa ederken, karşısındakinin saçma sapan sözlerine cevap olarak karşısındakinin kel kafasına “şak!” diye bir tokat yerleştirir ve sonra sorar: “Sesin çıkmasına neden olan şey, senin kafan mıdır yoksa benim elim midir?”

Zamanımızda, din konusu da böyle çözülmemiş bir sorun kisvesine büründü. “Hayat, maddi olmayan bir esir mi, yoksa maddenin özel bir biçimindeki titreşimden mi kaynaklanıyor?” sorusu, eski çağlardan beri tartışılıp duruyor.

Bu tartışmaların sona ermemesinin nedeni, muhakemede asıl maksadın göz önünde bulundurulmamasıdır. Hatta “hayat” kelimesi işitilince, bundan herkesçe bilinen hayat anlaşılmayıp, hemen “Hayatın kaynağı ve kaynaklanma şekli nedir?” soruları bana gelmektedir.

Sadece bilimsel kitaplarda değil, özel sohbetlerde bile, herkes hayatın arzularından, kederlerinden, nefretlerinden, sevinçlerinden vs. bahsetmeyip, hayatın tesadüfün yön verdiği “tabiî kanunlar”la nasıl oluştuğunu tartışıyor. Zamanımızda “hayat” kelimesi idrak, ilim, kudret, sevinç, hayret, eğilim gibi hayatın en önemli niteliklerinden hiçbirisini taşımayan şeylere dayandırılıyor.

“Hayat öyle bir hareket bütünüdür ki, ona karşı direnmek, hayatın zıddı olan ölümü doğurur. Hayat öyle bir olaylar bütünüdür ki, bu olayların birbirini izlemesi ve devamı, “organik varlıklardaki zaman sınırlıdır” fikrini doğurur. Hayat, umumi ve daimi olarak çözülme ve birleşmelerin tek nedeni olan çok yönlü bir alettir. Hayat, derece derece tanımlanan çeşitli cinste dönüşümlerin bir araya gelmesidir. Hayat, hareketteki organikliktir. Hayat, organizmanın kendine özgü faaliyetidir. Hayat, dıştaki ilişkilerin içteki ilişkilere uyum halinde olması demektir.”

Hayatı tanımlamak için söylenen bu sözler incelenirse, görülecektir ki hepsinin ifade ettiği anlam bir diğerinin aynısıdır. Ve bu sözlerle tanımlanan şey ise, herkesin bildiği ve kastettiği hayat olmayıp, belki hayatı ve diğer olayları doğuran çeşitli etken ve etkilerdir. Hayatı açıklama amacı taşıyan sözlerin en önemlisi, “kristaller”dir (moleküller ve molekül toplulukları). Çürüme ve mayalanma gibi olaylar, bunun başlıcalarından sayılmaktadır. Bedenimizi teşkil eden milyonlarca hücrenin hayatı da bu gibi kimyevi olayların etkisi altında meydana gelir; ancak bu hücreler, canlıların başlıca duyusunu teşkil eden iyilik ve kötülük duyusundan tamamen mahrumdur. İşte modern bilim, böylece, kristallerin, protoplazmanın, bitkilerin ve benim bedenimdeki hücrelerin bir takım özel duyularına –ben- de “idrak ve hayrı amaçlamak” duyularıyla birbirinden ayırt edilemeyecek bir şekilde birleşmiştir.- “hayat” adını vermektedir. Hayatın teşekkülündeki bazı şartlar ile hayatın bizzat kendisi üzerine düşünme üzerindeki fark, değirmen ile suya dair düşünmenin arasındaki farkın aynısıdır. Modern bilimlerin hayatın teşekkül şekline ilişkin görüşleri, belki bazı konularda insanlara yararlı olabilir. Fakat, bu gibi şeylerle bizzat hayatı açıklamaya kalkışmak doğru olmadığı gibi, bunlara dayanarak hayata dair verilecek hükümler de hiçbir doğruluk taşımaz.

“Hayat” kelimesi gayet kısa ve gayet açık bir kelime olur, ifade ettiği şey herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, bu kelimeyi herkesin kullandığı anlamda kullanmalıyız. Bu kelimenin böyle açık ve net olması, diğer kelimeler ile açık ve net bir şekilde tanımlanabilmesinden değil, belki diğer farkların kendisinden kaynaklandığı bir farka esas teşkil etmesindendir. İşte bundan dolayıdır ki, hayat farkından başka bir takım farkları çıkarabilmemiz için hayat kelimesinin herkesin kabul ettiği merkezi anlamını dikkate almalıyız.

Eğer hayat kelimesinin herkesçe bilinen merkezi anlamı kabul edilmeyip, bilimsel tartışmaların sonucunda uygun görülen anlamı kabul edilirse, konu giderek esastan uzaklaşır. Ve nihayet hakiki anlamını kaybederek hakikate büsbütün aykırı bir şekil alır.

Modern bilim, “hücrede, protoplazma veya daha küçük bir inorganik maddede hayat var mıdır?” meselesiyle uğraşıyor. Ancak, biz bundan önce “hücreye hayat sıfatını vermek bizim için mümkün müdür?” sorununu çözmeliyiz. Hücrede özel bir takım haller görerek onun canlı olduğunu kabul ediyoruz. Oysa, merkezi anlamıyla kabul edilen hayat itibariyle, insan ile hücrede görülen hayat büsbütün iki ayrı şeydir ki bunları birbiriyle bağdaştırmak kesinlikle mümkün değildir.

Bütün bedenimizin tamamen hücrelerden oluştuğu keşfediliyor ve şöyle deniyor: Senin bedeninin bir parçası olan bu hücreler, senin nitelediğin sıfatlar ile nitelenmiştir ve tıpkı senin gibi canlıdır. Oysa, benim kendimi mevcut bir hayat olarak hissetmem kendi kendimi bilmemden kaynaklanıyor ki, bu bilme içinde “kendimi bir takım hücrelerin birleşiminden oluşan parçalanmaz bir şahsiyet şeklinde bilmek” de bulunmaktadır.

...




24 Haziran 2009 Çarşamba

Mevlânâ'nın Leyla ve Mecnun yorumu...

Mecnun'un zamanında Leylâ'dan daha güzel olanlar vardı; fakat Mecnun'un sevgilisi değildi onlar. Mecnun'a Leylâ'dan daha güzel olanlar var, onları getirelim dediler. Dedi ki: 'Leylâ'nın şeklini sevmiyorum ki ben; Leylâ bir şekil değil. Elimde bir kadehe benzer Leylâ. Ben o kadehle şarap içerim. Şu halde ben içip durduğum o şaraba aşığım. Siz kadehi görüyorsunuz, şaraptan haberiniz bile yok. Bana altınlarla bezenmiş, mücevherlerle süslenmiş kadeh sunsalar, fakat içinde sirke veya şaraptan başka birşey bulunsa, ne işim var o kadehle benim? İçine şarap olan eski, kırık bir kabak o kadehten daha iyidir bence. Fakat şarabı kadehten ayırabilmek için bir aşk, bir şevk gerek.'


Mevlânâ: Fîhi Mâ-Fîh

17 Haziran 2009 Çarşamba

Hüzün ve Melankoli

Hüzün sözcüğü bir umman. Kararlı ha ve keskin zeye sakin nunun açıldığı büyük bir sükun. Hüzünde söz de sizsiniz, sükun da. Nun’un çanağı evren ve dağdağa, sen nokta.


Nokta için: Hak geldi Onu ve yaklaştırdı kendine. Başbuğ kıldı Onu ve ıstıfa etti. Suya kandırdı ve doyurdu Onu. Süzdü, süzdü de biricik kıldı Onu. Seslendi Ona. Çağırdı Onu, yordu, sıktı da terütaze yaptı onu. Korudu iyice ve binek edindi Onu. Onun dışındakilere sırt çevirince, Onunla yüzyüze geldi. Ve tam isabet etti. Çağrıldı, karşılık verdi. Gördü gereğini de ayrıldı, içti içeceğini de eksikliklerinden sıyrıldı. İyice yaklaştı da heybetten titredi. Bütün masivalardan yüz çevirdi… Şehirler, dostlar, sırlar, bakışlar, gözler, hatıralar, eserler ve izler… Arkadaşınız o Peygamber hiç sapmadı (Kur’an: Necm:2) Deliller, işaretler ardından gitmedi. Ve oyalanmadı… Sıkıntı çekip kıvranmadı da. Nerede ile uğraşmadı, gözü ne zaman ile ilgilenmedi: O neyse oydu, diyen Hallac doğrudan hüznü tanımlıyor: Hüzün ile isyan iki düşman. Teslimiyet, rıza ve boyun eğiş hüznün karakterleri. Nerede, ne zaman yok; sorgu yok sual yok, masiva yok. Teslimiyet halinde sen varsın ve senin bu halini halkeden Allah var.


Hüzün, an’a bağlı bir oluşumdan çok, tüm zamanlara mahsus bir yaşama biçimi. Cennetten gelen beşerin geliş zamanından, oraya dönüş zamanına kadar yaşadığı kadar yaşadığı bir ruhsal oluşum. Ki biz hüzünlü ümmetiz; cennetten çıkarıldığımız için eksik, ona duyduğumuz özlemle tamız. Elimizi sudan, yüzümüzü topraktan çekmeyişimiz hüzünlü halimizin göstergesi.

Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında

...

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında Yüzmekteyim

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Fıtratlara başıboş olarak bahşedilmiştir hüzün; kimi zaman suda oynayan balık hükmünde, kimi zaman suyun kendisi ki makbul olan, bize tevarüs eden bu. Onu kontrol etmek yerine onda kaybolarak künhüne vakıf olunmalı.

sen ey yaz günlerini

top top ak çuhaya tebdil eyleyip

ve bir solgun gülümseme olarak

eğnine giyen şaman

buyur otur

şeyhim

samanyollarının ılık sedirine uzan

uzun, görklü ve sof

yüzünü bizden yana döndür

bize buydağın ateşini

gözlerin tımarını

ve hüznün varidatını anlat.

(Hilmi Yavuz)

Hüzün benim, melankoli benden olmayanların. Hüzün eşyayı ve kendini –sorgulamak için değil- halince seyretmek için arş-ı alaya uzatılan merdiven. Melankoli, kendinle savaşmak için kendi iç karanlığına sarkıtılan urgan.


Hüzün beyaz, melankoli siyah. Hüzün Rabbe yönelik, melankoli ene’ye. Hüzün tüm ruhların seyranı, melankoli tekil tutsaklık. Hüzün sağlık, melankoli hastalık.


Melankolinin belirleyici özellikleri, hayli ıstırap verici bir depresyon, dış dünyaya karşı ilgisizlik, sevme yeteneğinin kayboluşu, hiçbir işin üstesinden gelemeyiş, özgüven duygusunda kendini suçlayıp aşağılamalarla baş gösteren ve hezeyan şeklinde bir ceza beklentisine kadar varabilen bir zayıflama, diyor Sigmund Freud:

Hain bir rüyalar sürüsünün, esmer delikanlıları

Yastıkları üzerinde kıvrandığı saattir bu;

Çarpan ve kımıldanan kanlı bir göz gibi

Lambanın gündüz üzerinde kanlı bir leke olduğu

Ruhun, sert ve ağır vücut yükü altında,

Lamba ile gündüzün çarpışmalarını andırdığı saat.

Rüzgarların sildiği gözyaşlı bir yüz gibi

Havanın kaçan şeylerden ürperişlerle dolduğu

Ve her erkeğin yazmaktan, kadının sevmekten yorulduğu…

(Baudelaire)

-Ömer Lekesiz, Mimlerin Abecesi

12 Haziran 2009 Cuma

Ahmet Mithat Efendi ve Osmanlı Toprağı'ndaki Yabancılar

Ahmed Midhad Efendi'nin, II. Meşrutiyet'in ilanından yaklaşık iki ay sonra, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin 17 Eylül 1908 tarihli sayısında çıkan bir yazısı var.

Fazıl Gökçek'in, İletişim Yayınları'ndan çıkan "Osmanlı Kapısında Büyümek - Ahmed Midhad Efendi'nin Hikâye ve Romanlarında Gayrimüslim Osmanlılar" başlıklı kitabında yer alıyor.

...

Şöyle diyor:

"Her lisanda 'hakikat' ve 'mecaz' denilir iki hüküm vardır ki gerek konuşulur, gerek yazılır iken bu hükümler bilinmeyecek olursa anlaşılmak güç olur.

Bir sözün, bir kelimenin evvelâ hakiki olan manâsı murad olunur. 'Arslan' denildiği zaman o meşhûr yırtıcı hayvan murad olunmak gibi. Kelimenin mecazî olan mânası ise (...) kelimeyi asıl kendi mânasına almak mümkün olmadığı vakit meydana çıkar. Misal-i meşhûrunca (yaygın örnekle) 'Hamamda bir arslan gördüm' demek gibi ki, hamamda gördüğüm şey mahut yırtıcı hayvan olamayacağı, çünkü o yırtıcı hayvan hamama gelemeyeceği için ona benzer bir şey, iri yarı, güçlü kuvvetli bir kahraman görmüş olduğum anlaşılır.

Şu usul-i lisaniyeyi (dille ilgili şu kaideyi) hatıra getirdiğimiz anda 'Hıristiyanlardan kardeş olur mu imiş!' diye bir iki haftadan beri bazı kimseler nezdinde görülegelmiş olan galeyana şaşmamak kabil olmaz...

Eski imlâsı 'karındaş' olan bu kelimenin mânâsı, ikisi bir babanın belinden inip bir ananın rahminden doğan iki kimse arasındaki münâsebettir. Bu mânâya göre Hıristiyanlarla Türkler birbirinin kardeşi olamaz (...)

'Ermeni kardeşlerimiz' ve 'Bulgar kardeşlerimiz' ve 'Rum kardeşlerimiz' denildiği zaman evvelâ bunlarla beraber bir ana ve babadan doğmamış olduğumuz için aramızda mânâ-i hakikiyesiyle (gerçek manasıyla) bir kardeşlik murad olunamaz. Zîrâ dinlerimiz başka başka olduğu için burada 'din' kelimesi bir cihet-i câmia (toplayıcı yön) teşkil edemez. Müslümanlar arasında bulduğumuz mecaz burada bulunamaz. Öyle bir din kardeşliğini biz iddiâ edecek olsak onlar kabul etmezler. Öyle ise ikinci bir mâna-i mecazi arayacağız. Tabii onu pek kolay bulacağız.

Düşünelim ki bir köyde, bir kasabada, bir şehirde Hıristiyanlar ile kapı bir komşuyuz. Doğan güneş cümlemizi tenvir (aydınlatıyor) ve ihyâ ediyor. Yağan yağmur mahsulât-ı arziyesiyle (topraktan çıkan ürünleriyle) cümlemizi besliyor. Yangın gibi, zelzele gibi bir afet cümlemize isabet ediyor. Hatta mine'l-kadim (eskiden) duygularımıza girmiş olduğu vecihle birimizin düğünü diğerimizi de neşelendiriyor. Birimizin hastası, cenazesi diğerimizi de kahırlandırıyor. Elhasıl maişet-i medeniyece (medeni yaşam açısından) birbirimizin ortağı sayılıyoruz. Bu kadar cihat-ı câmia aramızda bir 'kardeşlik' hasıl eder de buna 'öz kardeşlik' ve 'din kardeşliği' diyemeyeceğimize mukabil 'vatan kardeşliği' der isek kıyamet mi kopar? İşte mânâ-i mecâzi (mecazi anlam)...

Türkiye'de müsavat (eşitlik) ha!

İşte Hıristiyanları vatan kardeşliğine bile kabul etmiyorlar.

Onları ayrı ve yabancı addediyorlar. Yabancı addettikten sonra mallarını, canlarını, ırzlarını, hatta dinlerini mübah saymak uzak mıdır? Bir yerde emsâli görüldüğü vecihle (üzere) Hıristiyanlar üzerine hücum bi'l-kuvve (potansiyel saldırı) yine mevcuttur. Kuvveden fiile çıkmak dahi 'mutaassıbâne bir galeyandan başka bir şeye muhtac değildir' derler ki bu zehrin panzehiri bizim için güç ve pahâlı bulunabilir.

Allah aşkına aklımızı başımıza alalım..."

Ahmed Midhad Efendi böyle demiş, 101 yıl önce, içeriden ve yürekten?
...


1908 tarihli bir mektup: Bahçeli ve Baykal için, Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak


9 Mayıs 2009 Cumartesi

Gazel

Süzme çeşmün gelmesün müjgan müjgan üstüne
Urma zahm-ı sineme peykan peykan üstüne

Rize-i elmas eker her açtığı zahme o şuh
Lutfu var olsun ider ihsan ihsan üstüne

Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürur
Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne

Yardan mehcur iken düşdük diyar-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicran hicran üstüne

Hem mey içmez hem güzel sevmez dimüşler hakkına
Eylemişler Rasih'e bühtan bühtan üstüne

-Rasîh

22 Nisan 2009 Çarşamba

Mersin'den Kareler (1/2)
























Mersin gezisi ardından Canon AE1'in içinden çıkanlar.