24 Haziran 2009 Çarşamba

Mevlânâ'nın Leyla ve Mecnun yorumu...

Mecnun'un zamanında Leylâ'dan daha güzel olanlar vardı; fakat Mecnun'un sevgilisi değildi onlar. Mecnun'a Leylâ'dan daha güzel olanlar var, onları getirelim dediler. Dedi ki: 'Leylâ'nın şeklini sevmiyorum ki ben; Leylâ bir şekil değil. Elimde bir kadehe benzer Leylâ. Ben o kadehle şarap içerim. Şu halde ben içip durduğum o şaraba aşığım. Siz kadehi görüyorsunuz, şaraptan haberiniz bile yok. Bana altınlarla bezenmiş, mücevherlerle süslenmiş kadeh sunsalar, fakat içinde sirke veya şaraptan başka birşey bulunsa, ne işim var o kadehle benim? İçine şarap olan eski, kırık bir kabak o kadehten daha iyidir bence. Fakat şarabı kadehten ayırabilmek için bir aşk, bir şevk gerek.'


Mevlânâ: Fîhi Mâ-Fîh

17 Haziran 2009 Çarşamba

Hüzün ve Melankoli

Hüzün sözcüğü bir umman. Kararlı ha ve keskin zeye sakin nunun açıldığı büyük bir sükun. Hüzünde söz de sizsiniz, sükun da. Nun’un çanağı evren ve dağdağa, sen nokta.


Nokta için: Hak geldi Onu ve yaklaştırdı kendine. Başbuğ kıldı Onu ve ıstıfa etti. Suya kandırdı ve doyurdu Onu. Süzdü, süzdü de biricik kıldı Onu. Seslendi Ona. Çağırdı Onu, yordu, sıktı da terütaze yaptı onu. Korudu iyice ve binek edindi Onu. Onun dışındakilere sırt çevirince, Onunla yüzyüze geldi. Ve tam isabet etti. Çağrıldı, karşılık verdi. Gördü gereğini de ayrıldı, içti içeceğini de eksikliklerinden sıyrıldı. İyice yaklaştı da heybetten titredi. Bütün masivalardan yüz çevirdi… Şehirler, dostlar, sırlar, bakışlar, gözler, hatıralar, eserler ve izler… Arkadaşınız o Peygamber hiç sapmadı (Kur’an: Necm:2) Deliller, işaretler ardından gitmedi. Ve oyalanmadı… Sıkıntı çekip kıvranmadı da. Nerede ile uğraşmadı, gözü ne zaman ile ilgilenmedi: O neyse oydu, diyen Hallac doğrudan hüznü tanımlıyor: Hüzün ile isyan iki düşman. Teslimiyet, rıza ve boyun eğiş hüznün karakterleri. Nerede, ne zaman yok; sorgu yok sual yok, masiva yok. Teslimiyet halinde sen varsın ve senin bu halini halkeden Allah var.


Hüzün, an’a bağlı bir oluşumdan çok, tüm zamanlara mahsus bir yaşama biçimi. Cennetten gelen beşerin geliş zamanından, oraya dönüş zamanına kadar yaşadığı kadar yaşadığı bir ruhsal oluşum. Ki biz hüzünlü ümmetiz; cennetten çıkarıldığımız için eksik, ona duyduğumuz özlemle tamız. Elimizi sudan, yüzümüzü topraktan çekmeyişimiz hüzünlü halimizin göstergesi.

Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında

...

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında Yüzmekteyim

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Fıtratlara başıboş olarak bahşedilmiştir hüzün; kimi zaman suda oynayan balık hükmünde, kimi zaman suyun kendisi ki makbul olan, bize tevarüs eden bu. Onu kontrol etmek yerine onda kaybolarak künhüne vakıf olunmalı.

sen ey yaz günlerini

top top ak çuhaya tebdil eyleyip

ve bir solgun gülümseme olarak

eğnine giyen şaman

buyur otur

şeyhim

samanyollarının ılık sedirine uzan

uzun, görklü ve sof

yüzünü bizden yana döndür

bize buydağın ateşini

gözlerin tımarını

ve hüznün varidatını anlat.

(Hilmi Yavuz)

Hüzün benim, melankoli benden olmayanların. Hüzün eşyayı ve kendini –sorgulamak için değil- halince seyretmek için arş-ı alaya uzatılan merdiven. Melankoli, kendinle savaşmak için kendi iç karanlığına sarkıtılan urgan.


Hüzün beyaz, melankoli siyah. Hüzün Rabbe yönelik, melankoli ene’ye. Hüzün tüm ruhların seyranı, melankoli tekil tutsaklık. Hüzün sağlık, melankoli hastalık.


Melankolinin belirleyici özellikleri, hayli ıstırap verici bir depresyon, dış dünyaya karşı ilgisizlik, sevme yeteneğinin kayboluşu, hiçbir işin üstesinden gelemeyiş, özgüven duygusunda kendini suçlayıp aşağılamalarla baş gösteren ve hezeyan şeklinde bir ceza beklentisine kadar varabilen bir zayıflama, diyor Sigmund Freud:

Hain bir rüyalar sürüsünün, esmer delikanlıları

Yastıkları üzerinde kıvrandığı saattir bu;

Çarpan ve kımıldanan kanlı bir göz gibi

Lambanın gündüz üzerinde kanlı bir leke olduğu

Ruhun, sert ve ağır vücut yükü altında,

Lamba ile gündüzün çarpışmalarını andırdığı saat.

Rüzgarların sildiği gözyaşlı bir yüz gibi

Havanın kaçan şeylerden ürperişlerle dolduğu

Ve her erkeğin yazmaktan, kadının sevmekten yorulduğu…

(Baudelaire)

-Ömer Lekesiz, Mimlerin Abecesi

12 Haziran 2009 Cuma

Ahmet Mithat Efendi ve Osmanlı Toprağı'ndaki Yabancılar

Ahmed Midhad Efendi'nin, II. Meşrutiyet'in ilanından yaklaşık iki ay sonra, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin 17 Eylül 1908 tarihli sayısında çıkan bir yazısı var.

Fazıl Gökçek'in, İletişim Yayınları'ndan çıkan "Osmanlı Kapısında Büyümek - Ahmed Midhad Efendi'nin Hikâye ve Romanlarında Gayrimüslim Osmanlılar" başlıklı kitabında yer alıyor.

...

Şöyle diyor:

"Her lisanda 'hakikat' ve 'mecaz' denilir iki hüküm vardır ki gerek konuşulur, gerek yazılır iken bu hükümler bilinmeyecek olursa anlaşılmak güç olur.

Bir sözün, bir kelimenin evvelâ hakiki olan manâsı murad olunur. 'Arslan' denildiği zaman o meşhûr yırtıcı hayvan murad olunmak gibi. Kelimenin mecazî olan mânası ise (...) kelimeyi asıl kendi mânasına almak mümkün olmadığı vakit meydana çıkar. Misal-i meşhûrunca (yaygın örnekle) 'Hamamda bir arslan gördüm' demek gibi ki, hamamda gördüğüm şey mahut yırtıcı hayvan olamayacağı, çünkü o yırtıcı hayvan hamama gelemeyeceği için ona benzer bir şey, iri yarı, güçlü kuvvetli bir kahraman görmüş olduğum anlaşılır.

Şu usul-i lisaniyeyi (dille ilgili şu kaideyi) hatıra getirdiğimiz anda 'Hıristiyanlardan kardeş olur mu imiş!' diye bir iki haftadan beri bazı kimseler nezdinde görülegelmiş olan galeyana şaşmamak kabil olmaz...

Eski imlâsı 'karındaş' olan bu kelimenin mânâsı, ikisi bir babanın belinden inip bir ananın rahminden doğan iki kimse arasındaki münâsebettir. Bu mânâya göre Hıristiyanlarla Türkler birbirinin kardeşi olamaz (...)

'Ermeni kardeşlerimiz' ve 'Bulgar kardeşlerimiz' ve 'Rum kardeşlerimiz' denildiği zaman evvelâ bunlarla beraber bir ana ve babadan doğmamış olduğumuz için aramızda mânâ-i hakikiyesiyle (gerçek manasıyla) bir kardeşlik murad olunamaz. Zîrâ dinlerimiz başka başka olduğu için burada 'din' kelimesi bir cihet-i câmia (toplayıcı yön) teşkil edemez. Müslümanlar arasında bulduğumuz mecaz burada bulunamaz. Öyle bir din kardeşliğini biz iddiâ edecek olsak onlar kabul etmezler. Öyle ise ikinci bir mâna-i mecazi arayacağız. Tabii onu pek kolay bulacağız.

Düşünelim ki bir köyde, bir kasabada, bir şehirde Hıristiyanlar ile kapı bir komşuyuz. Doğan güneş cümlemizi tenvir (aydınlatıyor) ve ihyâ ediyor. Yağan yağmur mahsulât-ı arziyesiyle (topraktan çıkan ürünleriyle) cümlemizi besliyor. Yangın gibi, zelzele gibi bir afet cümlemize isabet ediyor. Hatta mine'l-kadim (eskiden) duygularımıza girmiş olduğu vecihle birimizin düğünü diğerimizi de neşelendiriyor. Birimizin hastası, cenazesi diğerimizi de kahırlandırıyor. Elhasıl maişet-i medeniyece (medeni yaşam açısından) birbirimizin ortağı sayılıyoruz. Bu kadar cihat-ı câmia aramızda bir 'kardeşlik' hasıl eder de buna 'öz kardeşlik' ve 'din kardeşliği' diyemeyeceğimize mukabil 'vatan kardeşliği' der isek kıyamet mi kopar? İşte mânâ-i mecâzi (mecazi anlam)...

Türkiye'de müsavat (eşitlik) ha!

İşte Hıristiyanları vatan kardeşliğine bile kabul etmiyorlar.

Onları ayrı ve yabancı addediyorlar. Yabancı addettikten sonra mallarını, canlarını, ırzlarını, hatta dinlerini mübah saymak uzak mıdır? Bir yerde emsâli görüldüğü vecihle (üzere) Hıristiyanlar üzerine hücum bi'l-kuvve (potansiyel saldırı) yine mevcuttur. Kuvveden fiile çıkmak dahi 'mutaassıbâne bir galeyandan başka bir şeye muhtac değildir' derler ki bu zehrin panzehiri bizim için güç ve pahâlı bulunabilir.

Allah aşkına aklımızı başımıza alalım..."

Ahmed Midhad Efendi böyle demiş, 101 yıl önce, içeriden ve yürekten?
...


1908 tarihli bir mektup: Bahçeli ve Baykal için, Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak