31 Temmuz 2008 Perşembe

Genç Werther'in Acıları...

12 Ağustos

Kesinlikle; Albert, gök kubbe altındaki en iyi insan. Dün harika bir konuşma geçti aramızda. Ona uğrayıp hoşça kal diyecektim; çünkü at sırtında dağlarda gezmek istiyordum -zaten şu anda sana oradan yazıyorum- ve odasında bir aşağı bir yukarı dolaşırken gözüme tabancaları ilişti. “Tabancaları yolculuğum için ödünç ver bana.” dedim.

“Nasıl istersen,onları doldurma zahmetine katlanırsan; ben onları öylesine bulunduruyorum,” dedi. Silahlardan birini aldım; Albert devam etti: “Dikkatsizliğim bana berbat bir oyun oynadığından beri bu aletlerle hiç ilgilenmek istemiyorum.” Hikayeyi merak ettim ve öğrenmek istedim. “Üç ay taşradaki bir arkadaşımın yanında kaldım,” diye anlatmaya başladı. “Bir çift tabancam vardı ve dolu olmadıkları için rahatça uyuyabiliyordum. Bir gün, yağmurlu bir öğle sonrası boş boş otururken nasıl oldu da, saldırıya uğrayabiliriz, tabancalara ihtiyacımız olur filan diye aklıma geldi bilmiyorum. Anlarsın işte! Tabancaları temizlesin ve doldursun diye uşağa verdim; o da kızlarla şakalaşmaya başlamış ve kızları korkutayım derken -nasıl oldu Tanrı bilir- harbi daha namludayken tabanca ateş almış , kızlardan birinin tam sağ eline isabet etmiş ve kızın başparmağını koparmış. Hem ağlamaları, sızlanmaları dinlemek zorunda kaldım hem de tedavinin parasını üstlendim; o günden beri dolu silah bulundurmuyorum. Sevgili arkadaşım, dikkat nedir ki? Tehlike. Gerçi...” bilirsin; şu 'Gerçi' sözcüğünü kullanmadıkları sürece insanlarla aram iyidir; çünkü, her genel kuralın istisnaları bulunduğu kendiliğinden anlaşılan bir gerçek değil midir! Ama insan iste bu kadar adildir. Acele, genel geçer, yarı dolu bir söz söylemiş olduğuna inanınca sonuçta konudan geriye hiçbir şey kalmayana kadar, seni sınırlandırır, değiştirir ve tartıp durur.

İşte Albert bu vesileyle söylenenleri telaşla derinlemesine ele aldı: bense, ani bir hareketle tabancanın namlusunu alnıma, sağ gözümün üstüne üstüne dayadım.
“Sakın!” dedi Albert ve tabancayı indirdi: “Ne yapıyorsun?”
“Dolu değil ki!” dedim.

“Ne olursa olsun.” diye cevap verdi: “Bir insanın kendini öldürecek kadar budala olabilmesini aklım almıyor; bunu düşünmek bile istemiyorum.”

“Siz insanlar,” diye bağırdım. “Bir konudan söz etmek için, hemen bu budalacadır, şu akıllıcadır, bu iyi, şu kötüdür, demek zorundasınızdır! Bu ne anlama geliyor? Yargıladığınız eylemin içsel koşullarını araştırdınız mı? Eylemi ortaya çıkaran, onu bir zorunluluk haline getiren nedenleri kesin olarak biliyor musunuz? Eğer öyle yapmış olsaydınız yargılarınızda bu kadar aceleci olmazdınız.”

“Ama motifleri ne olursa olsun kimi eylemler utanç verici olmaktan kurtulamaz,” dedi Albert. Ben omuzlarımı silktim ve ona hak verdim.

“Ama,” diye devam ettim. “Bu durumda da istisnalar vardır. Doğru, hırsızlık yapmak kötü bir şeydir, ama birinin yakınları açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıyaysa ve o kimse onları kurtarmak için hırsızlık yapmışsa merhamet mi, yoksa ceza mı hak etmiştir? Haklı bir öfkeyle sadakatsiz karısını ve onu aşağılık bir şekilde baştan çıkaran erkeği öldüren kocaya ya da aşkın karşı konmaz kendinden geçen bir kıza ilk taşı kim atar?”* Bu soğukkanlı ve kılı kırk yaran yasalarımız bile etkilenip ceza vermekten kaçınırlar.”

“Bu tamamen başka bir şey,” diye karşılık verdi Albert. “Çünkü tutkuların etkisine kapılan bir insan düşünme gücünü yitirir ve ona bir esrik, bir deli gözüyle bakılır.”
Gülümseyerek yüksek sesle, “Ah siz mantıklı insanlar” dedim; “Tutku! Esriklik! Delilik! Siz ahlak sahibi insanlar öylesine ilgisiz, öylesine kayıtsız görünüyorsunuz ki! Ayyaştan yakınıp aklı başında olmayanı aşağılıyorsunuz; bir rahip gibi yanlarından geçiyor ve nasıl Tanrı'ya şükrediyorsa sizi de onlar gibi yaratmadığı için Tanrı'ya öyle şükrediyorsunuz.** Ben kaç kez sarhoş oldum, tutkularım hiçbir zaman delilikten uzak değildi ve bunlardan pişmanlık duymuyorum: Çünkü anladım ki, büyük işleri, imkansızı başaran olağanüstü insaları eskiden beri sarhoşlar ve deliler olarak ilan etmek gerekiyordu.

“Ama gündelik hayatta bile, hemen hemen az çok özgürce, asilce ve beklenmedik bir biçimde gerçekleştirilen bir eylem görüldüğünde, her zaman bunu yapan için, 'Bu adam sarhoş, bir deli!' denilmesi dayanılmaz bir tavırdır. Utanın ayıklar! Utanın bilgeler!”

“Bu da yine vehimlerinden biri,” dedi Albert, “Her şeyi abartıyorsun ve en azından bu durumda kesinlikle haksızsın; çünkü şu anda sözünü ettiğimiz intiharı büyük eylemlerle karşılaştırıyorsun. Halbuki intihar, zayıflıktan başka bir şey olarak değerlendirilemez. Çünkü acılarla dolu bir hayata dirençle katlanmak yerine ölmek daha kolaydır.” Konuyu artık kesecektim; çünkü ben bütün kalbimden gelerek konuşurken önemsiz, beylik bir laf ortaya atan biri kadar hiçbir şey beni çileden çıkartamaz.

Ama kendimi toparladım; çünkü kaç kez başıma gelmişti bu ve kaç kez sinirlenmiştim. Ona biraz da hiddetle karşılık verdim: “Buna zayıflık mı diyorsun? Rica ediyorum, görünüş seni aldatmasın. Dayanılmaz bir despotun boyunduruğu altında inleyen bir halk sonunda başkaldırıp zincirlerini parçalarsa buna zayıflık mı diyeceksin? Evinin yanmasının yarattığı korkuyla bütün gücünün yoğunlaştığını hissedip, sakin bir ruh haliyle yerinden kıpırdatamıyacağı ağırlıkları kolayca dışarı taşıyan ya da bir hakeretin verdiği öfkeyle altı kişiye birden saldırıp onları alteden bir insana zayıf denebilir mi? Ve de sevgili arkadaşım çabalamak, direnmek güçlü olmaksa, aşırı duygusal gerilim niçin bunun tam tersi olsun?”

Albert bana baktı ve dedi ki: “Kusura bakma, ama verdiğin örnekler sanırım konumuz için uygun değil.”

“Belki öyledir,” dedim. “Akıl yürütmelerimizin hoş bir gevezeliğe benzediğini ilk kez duymuyorum O halde, aslında hoş bir yük olarak hissedilen hayatı sırtından atan birinin nasıl bir duygu içinde bulunduğuna bir bakalım. Çünkü ancak hissedebildiğimiz bir konuda konuşabilme hakkına sahibiz.”

“İnsanın doğasının (tabiatının) sınırları vardır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye kadar dayanabilir ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani burada söz konusu olan, birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değil, acılarının büyüklüğüne ne kadar dayanabildiği sorusudur! Hem ahlaki hem fiziki anlamda. Bence, kötü bir hastalık ateşinden dolayı ölen birine korkak demek ne kadar şaşırtıcıysa, kendi hayatına son veren birine korkak demek de o kadar şaşırtıcı olacaktır,” diye devam ettim.

“Çelişkili, çok çelişkili!” diye haykırdı Albert.

“Hiç de sandığın kadar değil,” diye karşılık verdim: “Kabul edersin ki, ölümcül bir hastalık dediğimizde, insanın doğasının bir daha kendisini toparlayamadığı, küçük, şanslı bir devrimle hayatın alışıldık seyrinin yeniden sağlanamadığı, bir bünyenin bütün gücünü tüketen ya da onu etkisiz hale getiren hastalığı kastederiz.”

“Şimdi, sevgili arkadaşım, dediklerimi insanın tinsel yanına uygulayalım. İnsana, kendi sınırlanmışlığı içinde bakıp edindiği izlenimlerin ona nasıl etki ettiğini, düşüncelerin onda nasıl kök saldığını görelim, sonunda gittikçe büyüyen bir tutku, o insanın bütün sakin akıl yetilerini başından alıp götürür ve onu yok eder.”
“Kayıtsız, aklı başında bir insanın bu zavallının durumunu gözardı edip ikna etmek için onunla konuşması bir işe yaramaz; tıpkı hasta yatağının yanı başında duran sağlıklı bir insanın, kendi bünyesinin gücü sayesinde hastaya en küçük bir katkıda buyulanamayışı gibi.”

Albert söylediklerimi fazlasıyla genel buldu. Ona, bir süre önce, ırmakta cesedi bulunan genç bir kızı hatırlattım ve onun başından geçenleri anlattım. “Ev işlerinin oluşturduğu dar çerçevede belirli haftalık uğraşların içinde yetişmiş olan, ancak zaman içinde edindiği elbiseleri giyinip kuşanıp akranlarıyla pazar günleri kentin çevresinde gezintiye çıkmaktan, fırsat buldukça festivalde dansa gitmekten başka herhangi bir eğlenceyi hayal edemeyen ve diğer zamanlarını, herhalde candan ve yürekten katılarak, bir arkadaşıyla olup bitmiş bir atışma, bir dedikodu hakkında konuşarak geriren bu iyi kalpli, genç varlık sonunda ateşli doğasında, erkeklerin iltifatlarıyla da kışkırtılınca daha içten ihtiyaçlar duymaya başlıyor; önceleri sevinci olan eğlenceler, gitgide tatsızlaşıyor, derken hiç bilinmeyen bir duygu onu karşı konulmaz bir biçimde başka bir insana sürüklüyor ve o bütün umutlarını bu insana yüklüyor, onun sayesinde çevresindeki bütün dünyayı unutuyor, o biricik kimseden başka kimseyi duymuyor, görmüyor ve hissetmiyor; özlemi, yalnızca o biricik sevgilidir. Kendini beğenmişliğe dayanan geçici ilişkilere hiç girmemiş olduğu için henüz duygularındaki içtenliği koruyan bu kız, arzularıyla dolaysız olarak amaca yöneliyor, sevgilisine ait olmak istiyor. Dileği, biricik sevgilisine sonsuza kadar bağlanıp yokluğunu duyduğu bütün mutluluğu onda bulmak, özlemini duyduğu bütün sevinçleri onunla bir arada yaşamaktır. Bütün ümitlerin gerçekleşeceğine dair, şüphe bırakmayana kadar tekrar edilen yeminler, arzularını kamçılayan cesur okşayışlar, kızın ruhunu tamamen sarmaya başlıyor; bütün sevinçlerin önsezisiyle bilinci bulanıklaşıyor ve gerilimi en yüksek düzeye ulaşıyor. O anda, bütün isteklerini gerçekleştirmek üzere kollarını açtığında ise sevgilisi onu terk ediyor. Donmuş, aklı başından gitmiş bir halde uçurumun kenarında duruyor; çevresi tümüyle karanlık, çıkış yok, teselli yok, gelecek yok! Çünkü ona var olduğunu hissettiren o tek kişi tarafından terk edilmiştir. Önünde açılan engin dünyayı, yütürdüklerini ona geri verebilecek olan başka birçok insanı göremez artık. Bütün dünya tarafından terk edilmiş, yapayalnız hisseder kendini ve artık kördür, yüreğinin korkunç kederi tarafından köşeye kıstırılmıştır; kendini uçurumdan aşağıya atar ve böylece onu kucaklayan ölümde, tüm acılarını boğuverir. Görüyor musun Albert, işte birçok insanın öyküsü böyle! Söyle, bu bir hastalık durumu değil midir? Doğa, bu karmakarışık ve çelişkili güçlerin labirentinden bir çıkış yolu bulamıyor ve insan ölüp gidiyor.

“Bu kıza bakıp onu budala olarak nitelendirebilenlere lanet olsun! 'Bekleseydi' diyecekler, 'zamanın, etkisini göstermesine izin verseydi çaresizliği gittikçe azalacaktı ve sonunda, onu teselli edebilecek başka biri ortaya çıkacaktı.' O halde şu da söylenebilir:Budalaya bak, ateşi onu öldürdü! Gücünün yerine gelmesini, bedenindeki sıvıların arınmasını, kanındaki kargaşanın dinmesini bekleseydi her şey yoluna girecekti ve bugün hala yaşıyor olacaktı!”

Karşılaştırmamı yeterince kesin bulmayan Albert bazı eleştirilerde bulundu, örneğin; yalnızca cahil bir kızmış anlattığım; mantıklı, olguları değerlendirebilen birinin nasıl mazur gösterilebileceğini anlamadığını söyledi.

“Arkadaşım” diye haykırdırm: “İnsan insandır ve birinin sahip olduğu o birazcık aklın tutku fırtınaları estiğinde, dolayısıyla insan olmanın sınırlarına varıldığında pek etkisi olmaz. Hatta... neyse, bu konuyu başka zaman konuşalım.” dedim ve şapkamı aldım. Ah, yüreğim dolup taşmıştı ve birbirimizi anlamadan ayrıldık; zaten bu dünyada kimse kimseyi kolay kolay anlamıyor ki!


*Joanna İncili 8, 7 : “Aranızda günahsız olan kimse ilk taşı o atsın.”
**Lucas 10, 31 : “Ama aşağı yukarı şöyle oldu ki, bir rahip ayrı yoldan aşağı iniyordu ve onu görünce, önünden geçti.” Sofu durup kendi kendine dua etti: “Başkaları gibi olmadığım için sana şükürler olsun tanrım.” Lucas, 18, 11.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

hey Barış Abi aşk olsun, aç koynuna kuş konsun...

Amanın ne de tatlı çocuklar... Maşallah Süphanallah...

-Bu saçlara nasıl bakıyosun sen ?

-Böyle...

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Şeyh Bedrettin (14. ve Son Bölüm...)

14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan seyhimin
çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.

Nazım Hikmet