29 Eylül 2008 Pazartesi

Barış Manço'dan Bir Röportaj

Barış Manço diyor ki...


-Dünyanın en iyi anlatım dilinin anadilim olduğuna inanıyorum.
Türkçe'nin çok muazzam bir esnekliği olduğunu düşünüyorum.
İki buçuk yaşındaki çocuğun anlayabileceği şekilde de anlatabiliyorum şarkılarımı.
Kırk yıl kafasını çalıştırsa da bu "adam ne demek istiyor?" diye zorlanılacak şekilde de anlatabiliyorum.


-Biz, kelimelerle, melodilerle, ezgilerle direkt gönüllere girme savaşı veriyorduk.
Zaten gönüllere girseniz çıkmıyorsunuz.
Şimdiki arkadaşlarımızın kavgaları gönle girmek değil,insanların eklem yerlerine hitap ederek gözlerine
girmek sadece.
Adı üzerinde zaten; göze girenler de hemen gözden çıkıyor.


-İstanbul doğumluyum; Galatasaray Lisesi'nde okudum;
Belçika Kraliyet Akademisi'ni bitirdim.
Otuz sene Fransızca konuştum.
Bu açıdan bakılınca batı kültürü ile yetişmiş bir adam olarak görünüyorum.
Anadolu topraklarını ilk olarak 19 yaşındayken gördüm.
55 yıllık yaşamımın büyük bir bölümünü yabancı ülkelerde konuşarak ve yaşayarak geçirdim.
Ona rağmen hâlâ kendi dilimden, kendi dînimden ve halkımdan kopmadım.
Diğer insanlar 15 günlük tura gidince hemen dönüyorlar ve gittikleri ülkenin dili ile konuşuyorlar.
Ben dilimi 35 yıldır bozamadım 15 günde bir insanın dili Türkçe'den kayabiliyorsa o insanın geninde bozukluk vardır.
Bakıma ihtiyacı vardır böyle insanın.
Geçen Ramazan ayında Kudüs'teki çekimlerimde Kudüs'te yaşayan,
Anadolu'dan 80 sene önce göçmüş bir Ermeni ailesi bizi iftara davet ettiler.
Biz bunu Ramazan ayında yayınladıktan sonra bir sürü vatandaşımız tekrar yayınlanmasını istediler.
Burada garip olan şu: Bu aile 80 sene önce Türkiye'den göçmüş; anne-baba ve çocuklar orada doğmuşlar.
Torunlar da orada doğmuş ve senden benden iyi Türkçe konuşuyorlar.
İnsanları etkileyen de sanırım bu durumdu.
Ama öte taraftan İstanbul'lu bir aile 15 günlüğüne Venedik'e gidiyor. Bir bakıyorsun dili dönmüş.


-Türkiye'de spor neyse müzik de odur.
Türkiye'yi idare edenler ne kalitedeyse müzik de odur.
Türkiye'nin bakkalı ne kadar namusluysa müzik de odur.
Bu imparatorluğu biz yapan değişik unsurların birbirine saygısından kaynaklanan bir ortamdan geliyorum.
Her sabah siftah yaparken bizim esnaf birbirine hayrlar dilerdi.
Siftah yaptıktan sonra gelen müşteriyi komşusuna gönderirdi.
Şimdi böyle bir toplum var mı? O esnaf market oldu.
Zaten benim zamanımda hatırlamıyorum bir futbol maçında olay çıksın.
Bugün her futbol maçında olay çıkıyor. Tribünde çıkmasa sahada çıkıyor.
Böyle topluma böyle müzik olur. Mecliste şimdi kavga ediliyor.
Bizim zamanımızda en fazla sıra kapaklarına vurulurdu.
Şimdi meclisimizde tekme-tokattan geçilmiyor.
Bu böyle gitmeyecek tabiî. Her hareket kendi alternatifini ortaya çıkarır.
Her reaksiyon kontra reaksiyon getirir. Devamlı bir bozulmayı hiç bir toplum kaldıramaz.


-Hafızasına aldığını başkalarına da aktarabilene entelektüel denir.
Entelektüel olmak mecburiyetindeyiz.
Ama kafana yerleştirdiklerini anlatmazsan insanlara o zaman entelektüel değilsindir.
Koca koca adamlar var 70-80 yaşında hâlâ kitap yazmıyorlar. Koca bakanın anıları var.
Bu adam anılarını mezara götürüyor. Bu doğru değil. Keşke hepimizin, 60 milyon insanın kitabı olsa.
Herkes kendi hayat öyküsünü anlatsa; biz bunu okusak da faydalansak.
Mesela ben bütün edindiğim tecrübelerimi insanlara aktarmaya çalışıyorum.
Şu anda muhteşem bir olay var. Kamera, tv, video gibi onları kullanıyorum.
Benim derdim dünyayı gezmek değil. Öyle bir kaygım yok.
Kimse evinin sıcak rahatlığı varken öyle kutuplara, ekvatora gidip dolaşmaz.
İnsanlar arasında iletişim köprüsü kurmanın yaşamımdaki görevim olduğuna inanıyorum.


-Şimdi bakın herkes korkuyor; "ya Cezayir olursak, ya İran gibi olursak?".
Biz hiç bir zaman öyle olmadık ki şimdi olalım. Bu ülkede garip bir paradigma var.
Bilmeden konuşuyor insanlar. İslami tarihimizi bilmiyoruz.
Hâlâ kalkıp kendi toplumumuzu ona buna göre ölçüyorlar. Türban kavgaları da buradan kaynaklanıyor.
Kimse alınmasın ama gerçek böyle. Sen bana karışmazsan ben sana niye karışayım.
Ne yapacak bu yaştan sonra; cebinde parası yok; okumak zorunda.
Ülkücüsü de solcusu da haklı. Hepsi, kendi kafasına göre ülkeye hizmet etmek istiyor.
Dünyanın en güzel gençliği var şu anda Türkiye'de. Gençlere hep kızıyorlar.
Bizim zamanımızda da kızıyorlardı. Sağcısıyla solcusuyla türbanlısıyla sakallısıyla bunlar bizim evladlarımız.


-Kimse dünyaya sebepsiz gelmiyor. Yaradan bizi belli işleri yapsın diye göndermiş dünyaya.
Çocuklara hizmet etmek de benim görevlerim arasında. Benim içimdeki çocuk hiç büyümüyor.
Kendimin büyümediğini hissettiğim için çocuklarla hep birlikteyim.


-Biz ülke olarak teşekkür etmeyi bilmiyoruz. Teşekkür Arapça "şükran"dan gelir.
Lütfen de Farsça'dan geliyor. Türk'ün lügatinde bir şeyi isteyerek almak yok.
Öyle hani lütfen verir misin deyip arkasından da teşekkür etmemişiz.
Bu bizim bir yaramız; yaraları ortaya koyup teşhir etmez isen önleyemezsin.
Sevincimizi nasıl ifade edeceğimizi bilmiyoruz.
Maçtan takım galip çıkınca penceredeki masum vatandaşı vurabiliyoruz.
Neymiş takım gol atmış. Yerin dibine batsın böyle gol. Düğünlerimizde de böyle.
Ancak gençlerden ümitliyim. Hem politik-ideolojik görüşlerinden hem duygusal renklerinden.
Çünkü hepsi farklı. Bu gençlerin babaları tek tipti.


-Ortaya bir şeyler koyuyorsam bunların ileriki kuşaklar tarafından bilinmesini istiyorum.
Bu da ancak yazı yoluyla olacak. O açıdan ben söyleşilere büyük önem veriyorum.
Televizyon söyleşilerine o kadar sıcak bakmıyorum. Bunlar, yazılı kaldığı için daha önemli.

Genç istidat Baki Günay'ın Merdiven Sanat'ın nisan sayısında Barış Manço ile yaptığı mufassal mülakatın usaresi...
düşünen, arayan, araştıran beynini yoran sanatçılar;şüphesiz ki istisnaî değerler.
Onlar, hayat görüşlerini nesildaşları ve sonrakilerle paylaştıkça bu yolda yeni çığırlar açılır.
Düşünme ve teklif üretme külfeti herkesin borcudur. Madem ki insansın; insanlara karşı borçların var...


Entellektüel Boyut Röportajı 13.04.1998

8 Eylül 2008 Pazartesi

Jean-Luc Godard Senaryosu


Umberto Eco



Erkek gelir(a) ve bir rafinerinin(b) patlama sesi duyulur(c). Amerikalılar(d) sevişir(e). Bazukalı(f) yamyamlar(g) demiryoluna(h) ateş ederler(i). Kadın bir tüfekten(l) çıkan mermilerle delik deşik olmuş yere devrilir(n). Vincennes'e(o) çılgın bir süratle(p) gelen Cohn-Bendit(q) trene yetişir(r) ve konuşur(s). İki adam(t) kadını(u) öldürür. O Mao'nun(v) özdeyişlerini okur. Montesquieu(z) Diderot'ya(w) bir bomba(x) atar. Kendini öldürür(k). Sokakta Le Figaro(j) satar. Kızılderililer gelir(y).


- Değişkenler Anahtarı

a) Daha önceden oradadır ve Mao'nun özdeyişlerini okumaktadır. Süper otoyolda, çevresine saçılmış beyin parçaları ortasında yerde ölü yatmaktadır. Kendini öldürür. Bir kalabalığa uzun uzun konuşur. Cadde boyunca koşar. Bir pencereden dışarı sıçrar.

b) Bir anaokulu. Notre Dame. Komünist Parti Merkez Bürosu. Parlamento. Le Figaro bürosu. Elysee Sarayı. Paris.

c) Çevreye yayılır. Sıçrar. Küt diye çarpar. Tak-tak-tak. Mırıltılar.

d) Almanlar. Fransız paraşütçüler. Vietnamlılar. Araplar. İsrailliler. Polis.

e) Sevişmezler.

f) Yagatan. Le Figaro sayıları. Korsan kılıcı. Hafif makineli tüfek. Kırmızı boya kutuları. Turuncu boya kutuları. Siyah boya kutuları. Picasso resimleri. Küçük kızıl kitaplar. Resimli posta kartları.

g) Kızılderililer. Muhasebeciler kalabalığı. Karşıt komünistler. Çıldırmış kamyon şöförleri.

h) Elysee Sarayına. Nanterre Üniversitesi'ne. Piazza Navona'da. Bütün yol üzerinde.

i) Taş atarlar. Bombalar. Boş kırmızı, yeşil, mavi, sarı, siyah boya kutuları. Kaygan bir madde dökerler.

l) Yeni dünya ağacı.

m) Karnında açık bir yarayla. Ağzından sarı (kırmızı, mavi, siyah) boya kusarak. Voltaire'le sevişirken.

n) CIA ajanlarınca pencereden atılır. Paraşütçülerin cinsel saldırısına uğrar. Avusturalya yerlilerince öldürülür.

o) Nanterre. Flins. Bastille MEydanı. Clignanclourt. Venedik.

p) Sallanarak. Çok, çok yavaş. Arka zemin hareket ederken (geride gösterim) hareketsiz kalır.

q) Jacques Servan-Schreiber. Jean Paul Sartre. Pier Paolo Pasolini. D'Alembert.

r) Treni kaçırır. Bisikletle gider. Paten ayakkabılarıyla.

s) Gözyaşlarına boğulur. Viva Guevera diye bağırır.

t) Bir Kızılderili grubu.

u) Herkesi öldürür. Kimseyi öldürmez.

v) Brecht'den alıntılar. İnsan Hakları Beyannamesi. Saint-John Perse. Prens Korzybski. Eluard. Lo Sun. Charle Peguy. Rosa Luxemburg.

z) Diderot. Sade. Restif de la Bretonne. Pompideou.

w) Daniel Cohn-Bendit. Nixon. Madame de Sevigne. Voiture. Van Voght. Einstein.

x) Bir domates. Kırmızı (mavi, sarı, siyah) boya.

k) Uzaklaşır. Ötekilerin hepsini öldürür. Zafer Anıtına bir bomba atar. Bir elektronik beyni havaya uçurur. Çeşitli boya (sarı, yeşil, mavi, kırmızı, siyah) kutuları boşaltır yere.

j) Mao'nun özdeyişleri. Bir ta-tze-bao yazar. Pierre Emmanuel'den dizeler okur. Bir Chaplin filmi seyreder.

y) Paraşütçüler. Almanlar. Açlıktan ölmüş, kılıçlarını sallayan muhasebeci kalabalığı. Zırhlı arabalar. Pompidou ile birlikte Pier Paolo Pasolini. Bank Holiday trafiği. Kapı kapı dolaşıp ansiklopedi satan Diderot. Paten tahtaları üzerinde Marksist-Leninist birlik üyeleri.

Onlar İçin Minibüs Şarkısı

Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları
Pat pat pat diye gülerler bir motosiklet neşesiyle
Ama zariftirler de bir bisiklet kazasında ölmeyi akıl edecek kadar,
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını tartışacak kadar naiftirler de,
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları,
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler
Dardırlar da, söz aramızda, çekecek kullanarak işlemde bulunmak
gerekir,
Bayramlarda trafik noktalarına gül lokumu kutuları bırakırlar,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar,
Hekimdirler güneş gözlüğüyle kürtaj yaparlar başarırlar da
Şapkaları güzel bir niyet gibidir, öfkeleri dört mevsim reklamı,
Lirik değillerdir olmayı da istemezler zaten isteseler de olamazlar
Ama hamarattırlar uyku hapları ve bir sürü zımbırtıyla ölümü
magazinleştirecek kadar;
Padişahtırlar ferman çıkarmışlardır: hareme patlıcan ve hıyar ancak kıyılarak sokulabilir;
Sikke kesmişlerdir badem yaprağından ince kırağı tanesinden yeğni; Tecimendirler yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların
sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim
kuralları çıkaracak kadar,
Dalgalı görürler her şeyi çiçek sayrılığını omuriliklerinde
geçirmişlerdir;
Efedirler, Nazilli'de Uzunçarşı onlarındır törenlere madalyalarla
katılırlar
Ama yük kamyonları Denizli'den geçerken plaka değiştirir
Ve sakıngandırlar sokakta konuşurken sırtlarını duvara verecek
kadar;
Düğünlerinin provası yapılır sünnetlerinin de ölümlerinin de
Kefenleri de kundakları gibi özenle hazırlanır ve aynı renktedir:
Kızlar için pembe-beyaz oğlanlar için beyaz-mavi
Dünya müzesinin en renkli portreleridirler
Tarihin sabıka kaydında fotoğrafları
Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun;
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne sayısız özdeyiş yatar
kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice duygusaldırlar
iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı
bilmezler,
Bönlükten korkarlar, gezgin köftecilerden adamakıllı korkarlar
Fotoğrafın arabından ödleri kopar
Öğretmenlerden de korkarlar nedense
Ama elbet yerine göre gözüpektirler de
Sigaralarını yüksek fırından yakacak kadar;
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın;
Olasılığa tanrı gibi taparlar da olağandan ödleri kopar,
Doğuran atı güzel bulur
Eski Anadolu-Bağdat demiryolu ortaklığının kitaplığında
Ve bir takım belletenlerde adları geçer,
Noterler tutar güncelerini,
Yönetmendirler kurul başkanıdırlar
Japon feneri ya da uçurtma tadı taşıyan senetlerden
Zamanaşımı süresi dolmadan tüyüp gider imzaları,
Kimi sözler onlar için kullanılır: saygın, ünlü, şahane
Kimi sözler onlar için de kullanılır
Kimi sözler onlar için kullanılamaz
Kimi sözlerin kullanılmaması doğrudur
Kimi sözler hiç kullanılamaz
Haşhaşla çalıştırırlar güzellik enstitülerini
İşbilirlik konusunda yücegönüllüdürler Svidrigaylov'luk taslarlar
Gerçekte su katılmadık birer Lujin'dirler
Taşarondurlar,
Yine de
Göçmen kuşların durumu söz konusu olunca
Bir yerlerinden birkaç Ahmet Cemil birden çıkarabilirler;
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
Kalırlar orda.

Cemal Süreya

OH! THE PUBLIC

by Anton Chekhov


"HERE goes, I've done with drinking! Nothing. . . n-o-thing shall tempt me to it. It's time to take myself in hand; I must buck up and work. . . You're glad to get your salary, so you must do your work honestly, heartily, conscientiously, regardless of sleep and comfort. Chuck taking it easy. You've got into the way of taking a salary for nothing, my boy -- that's not the right thing . . . not the right thing at all. . . ."

After administering to himself several such lectures Podtyagin, the head ticket collector, begins to feel an irresistible impulse to get to work. It is past one o'clock at night, but in spite of that he wakes the ticket collectors and with them goes up and down the railway carriages, inspecting the tickets.

"T-t-t-ickets . . . P-p-p-please!" he keeps shouting, briskly snapping the clippers.

Sleepy figures, shrouded in the twilight of the railway carriages, start, shake their heads, and produce their tickets.

"T-t-t-tickets, please!" Podtyagin addresses a second-class passenger, a lean, scraggy-looking man, wrapped up in a fur coat and a rug and surrounded with pillows. "Tickets, please!"

The scraggy-looking man makes no reply. He is buried in sleep. The head ticket-collector touches him on the shoulder and repeats impatiently: "T-t-tickets, p-p-please!"

The passenger starts, opens his eyes, and gazes in alarm at Podtyagin.

"What? . . . Who? . . . Eh?"

"You're asked in plain language: t-t-tickets, p-p-please! If you please!"

"My God!" moans the scraggy-looking man, pulling a woebegone face. "Good Heavens! I'm suffering from rheumatism. . . . I haven't slept for three nights! I've just taken morphia on purpose to get to sleep, and you . . . with your tickets! It's merciless, it's inhuman! If you knew how hard it is for me to sleep you wouldn't disturb me for such nonsense. . . . It's cruel, it's absurd! And what do you want with my ticket! It's positively stupid!"

Podtyagin considers whether to take offence or not -- and decides to take offence.

"Don't shout here! This is not a tavern!"

"No, in a tavern people are more humane. . ." coughs the passenger. "Perhaps you'll let me go to sleep another time! It's extraordinary: I've travelled abroad, all over the place, and no one asked for my ticket there, but here you're at it again and again, as though the devil were after you. . . ."

"Well, you'd better go abroad again since you like it so much."

"It's stupid, sir! Yes! As though it's not enough killing the passengers with fumes and stuffiness and draughts, they want to strangle us with red tape, too, damn it all! He must have the ticket! My goodness, what zeal! If it were of any use to the company -- but half the passengers are travelling without a ticket!"

"Listen, sir!" cries Podtyagin, flaring up. "If you don't leave off shouting and disturbing the public, I shall be obliged to put you out at the next station and to draw up a report on the incident!"

"This is revolting!" exclaims "the public," growing indignant. "Persecuting an invalid! Listen, and have some consideration!"

"But the gentleman himself was abusive!" says Podtyagin, a little scared. "Very well. . . . I won't take the ticket . . . as you like. . . . Only, of course, as you know very well, it's my duty to do so. . . . If it were not my duty, then, of course. . . You can ask the station-master . . . ask anyone you like. . . ."

Podtyagin shrugs his shoulders and walks away from the invalid. At first he feels aggrieved and somewhat injured, then, after passing through two or three carriages, he begins to feel a certain uneasiness not unlike the pricking of conscience in his ticket-collector's bosom.

"There certainly was no need to wake the invalid," he thinks, "though it was not my fault. . . .They imagine I did it wantonly, idly. They don't know that I'm bound in duty . . . if they don't believe it, I can bring the station-master to them." A station. The train stops five minutes. Before the third bell, Podtyagin enters the same second-class carriage. Behind him stalks the station-master in a red cap.

"This gentleman here," Podtyagin begins, "declares that I have no right to ask for his ticket and . . . and is offended at it. I ask you, Mr. Station-master, to explain to him. . . . Do I ask for tickets according to regulation or to please myself? Sir," Podtyagin addresses the scraggy-looking man, "sir! you can ask the station-master here if you don't believe me."

The invalid starts as though he had been stung, opens his eyes, and with a woebegone face sinks back in his seat.

"My God! I have taken another powder and only just dozed off when here he is again. . . again! I beseech you have some pity on me!"

"You can ask the station-master . . . whether I have the right to demand your ticket or not."

"This is insufferable! Take your ticket. . . take it! I'll pay for five extra if you'll only let me die in peace! Have you never been ill yourself? Heartless people!"

"This is simply persecution!" A gentleman in military uniform grows indignant. "I can see no other explanation of this persistence."

"Drop it . . ." says the station-master, frowning and pulling Podtyagin by the sleeve.

Podtyagin shrugs his shoulders and slowly walks after the station-master.

"There's no pleasing them!" he thinks, bewildered. "It was for his sake I brought the station-master, that he might understand and be pacified, and he . . . swears!"

Another station. The train stops ten minutes. Before the second bell, while Podtyagin is standing at the refreshment bar, drinking seltzer water, two gentlemen go up to him, one in the uniform of an engineer, and the other in a military overcoat.

"Look here, ticket-collector!" the engineer begins, addressing Podtyagin. "Your behaviour to that invalid passenger has revolted all who witnessed it. My name is Puzitsky; I am an engineer, and this gentleman is a colonel. If you do not apologize to the passenger, we shall make a complaint to the traffic manager, who is a friend of ours."

"Gentlemen! Why of course I . . . why of course you . . ." Podtyagin is panic-stricken.

"We don't want explanations. But we warn you, if you don't apologize, we shall see justice done to him."

Certainly I . . . I'll apologize, of course. . . To be sure. . . ."

Half an hour later, Podtyagin having thought of an apologetic phrase which would satisfy the passenger without lowering his own dignity, walks into the carriage. "Sir," he addresses the invalid. "Listen, sir. . . ."

The invalid starts and leaps up: "What?"

"I . . . what was it? . . . You mustn't be offended. . . ."

"Och! Water . . ." gasps the invalid, clutching at his heart. "I'd just taken a third dose of morphia, dropped asleep, and . . . again! Good God! when will this torture cease!"

"I only . . . you must excuse . . ."

"Oh! . . . Put me out at the next station! I can't stand any more. . . . I . . . I am dying. . . ."

"This is mean, disgusting!" cry the "public," revolted. "Go away! You shall pay for such persecution. Get away!"

Podtyagin waves his hand in despair, sighs, and walks out of the carriage. He goes to the attendants' compartment, sits down at the table, exhausted, and complains:

"Oh, the public! There's no satisfying them! It's no use working and doing one's best! One's driven to drinking and cursing it all. . . . If you do nothing -- they're angry; if you begin doing your duty, they're angry too. There's nothing for it but drink!"

Podtyagin empties a bottle straight off and thinks no more of work, duty, and honesty!


NOTES

third bell: train passengers were given 3 warning bells: the first (single) ring indicated 15 minutes until departure; the second (2 rings) indicated 5 minutes; and the third bell (3 rings) sounded as the train left the station

Otobiyografi

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

Nazım Hikmet

A Plan for the Improvement of English Spelling



For example, in Year 1 that useless letter 'c' would be dropped
to be replased either by 'k' or 's', and likewise 'x' would no longer
be part of the alphabet. The only kase in which 'c' would be retained
would be the 'ch' formation, which will be dealt with later. Year 2
might reform 'w' spelling, so that 'which' and 'one' would take the
same konsonant, wile Year 3 might well abolish 'y' replasing it with
'i' and Iear 4 might fiks the 'g/j' anomali wonse and for all.

Jenerally, then, the improvement would kontinue iear bai iear
with Iear 5 doing awai with useless double konsonants, and Iears 6-12
or so modifaiing vowlz and the rimeining voist and unvoist konsonants.
Bai Iear 15 or sou, it wud fainali bi posibl tu meik ius ov thi
ridandant letez 'c', 'y' and 'x' -- bai now jast a memori in the maindz
ov ould doderez -- tu riplais 'ch', 'sh', and 'th' rispektivli.

Fainali, xen, aafte sam 20 iers ov orxogrefkl riform, wi wud
hev a lojikl, kohirnt speling in ius xrewawt xe Ingliy-spiking werld.


Mark Twain

Mutlu Aşk Yoktur Ki Dünyada - Louis Aragon -


Aslında hiçbir şey kâr değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız erlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada

Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir bir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada

Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş göz yaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa.


Çeviren: Cemal Süreya

Ümit Yaşar Oğuzcan'dan 2 Şaheser

Gözlerim Gözlerinde

Hep böyle çocuksu mu bakar senin gözlerin?
Hep böyle içinde uzak bir ışık mı yanar?
Bakışlarında beni dinlendiren bir şey var;
Kıyısındaymış gibi en sakin denizlerin...
Bir yelkenliyim şimdi ben senin limanında
Fırtınalardan geldim sende dinleniyorum.
Bu huzur, bu sessizlik hiç bitmesin diyorum;
En eşsiz dakikalar sürsün senin yanında...
Hiç yumma gözlerini, ışığın eksilmesin,
Gündüzüm aydınlığım, ipek böceğim benim!
Güz bahçemde açılmış o son çiçeğim benim!
Yorgun kalbim seninle elem nedir bilmesin;
Ayırma gözlerimden çocuksu gözlerini,
O sakin o yalansız, o kuytu gözlerini


Milyon kere Ayten

Ben bir Ayten'dir tutturmuşum
oh ne iyi Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten'e beş var
Ya da Ayten'i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok
Ayten'i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar
Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun

27 Ağustos 2008 Çarşamba

"Hikaye-i Aşk" tan birkaç paragraf...

Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk
Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leylâ söyler
-Fuzuli-

.........

Yine öyle bir akşamdı. Tiryandafila ile geçireeği bir ömrün hayaliyle şevke gelmiş, ona feda edebileceği şeylerin hesabını yapmış, ama canından daha değerli bir hediye sunamayacağına hayıflanarak gözleri yaşarmış, ardından içindeki aşk acısını bir nefeste ağzından boşaltarak yeni bir gazele başlamıştı. O sırada rahlesinin üstündeki mumun çevresinde dönen bir pervane dikkatini çekti. Alevin çevresinde halkalar çizerek dönüyor, her defasında çemberin yarı çapını daraltırcasına aleve biraz daha yaklaşıyordu. "Galiba benim bu pervaneden farkım yok!" diye geçirdi içinden. "O da, ben de bir ateşin çevresinde dönüp duruyoruz. Üstelik ikimiz de gitgide ateşe daha çok yaklaşıyoruz."

Aşkın bir bakış, belki kısacık bir göz kayması olduğunu düşündüğü ilk gündü o. Sonra geliştirdi düşüncesini: Göz kalbe iletiyordu güzelliği ve kalpte bir kıvılcım tutuşuyordu. Bu kıvılcım hem ışık, hem ateş olma potansiyeline sahipti. Işık olmanın yolu ateş olmaktan geçiyordu. Önce yanmak ve alevin ışığını süzerek nura dönüştürmek gerekiyordu. Gönülde tutuşan ateşi söndürmek için göz damla damla su akıtıyor, ancak gözyaşı ateşi söndürmekten ziyade onun hareretini arttırıyordu. Nitekim kendisi de ağladıkça içinde Tiryandafila'nın aşkı artıyor, aşkı arttıkça gözünden akan yaşlar çoğalıyordu. Yanmak bakımından şu mum kendisine ne kadar da benziyordu. Onun da bağrında yanan bir can ipi, başında da alevler ve dumanlar vardı. Üstelik o yangından dolayı durmadan ağlıyor, gözyaşları bedeninden damla damla süzülürken bedenini eritiyor, tüketiyor, yok ediyordu. "Şu mum mu bana benziyor; ben mi muma dönmüşüm?!.." diye mırıldandı bir an ve devam etti bağrna birkaç yumruk vurarak, "Galiba mumlar gibi kendi gözyaşlarımın denizinde boğulana kadar sürecek bu yangın!"

Bütün bunlara ilişkin beyitler yazmaya devam etti uzunca bir süre. Sonra pervanenin ritmik dönüşlerine takıldı gözleri yeniden. Her dönüşte biraz daha daralan çember neredeyse mum alevinin üzerinde dönmeye başlamıştı. Pervane ışığında öyle kararlılıkla koşuyor, onu çepeçevre kuşatıyordu ki!... Bir an onu bir aşık olarak düşündü ver bu pervaneye nazaran kendisinin aşk iddiasında bulunmasının ne kadar clız kalıverdiğini gördü. "Evet! Bu pervane bana benzemiyor; ve ben bu pervaneye benzeyemiyorum!" Sonra kendisinin de kaç günlerdir Tiryandafila'nın yolunu gözlemekten dolayı avare olduğunu, Voyvode Alexander'ın tembihlerine rağmen işini aksattığını, tıpkı şu pervane gibi onun çevresinden uzaklaşamadığını, hatta sevgi çemberini daha da daraltmak ve ona daha da yaklaşmak için her defasında daha cesur ve atak davranmaya başladığını, günde bir kaç kez kilisenin önünden geçmesinin dikkat çektiğini, hatta bazı dostlarının neden camiye değil de kiliseye odaklandığını ima eden şakalarına alıştığını, dahası, ar ve namus kaygusundan sıyrılmaya başladığını falan düşündü. "Aşk" sözcüğünün "sarmaşık" demek olduğunu aklına getirdi bir an ve o sarmaşığın nice ince çınarlar gibi, selviler gibi kendisini de sardığını, buruk bir lezzet alarak hissetti. "Dıştan güzel görünen ama içten bünyeyi kurutan, hırpalayan bir sarmaşık" diye mırıldandığı sırada pervanenin, kanadını muma değdirdiğini ve o ilk yanış ile birlikte biraz gerilediğini gördü. Işığa vurgun pervanenin aşk azabını ilk tadışıydı bu. Kendisi bu azabı Tuna kıyısında Tiryandafila'yı gördüğü gün tatmıştı. Ne kadar garipti, şu "azap" kelimesi, "acı, elem, keder" demekti ama aynı zamanda "lezzet" de demekti.

.........

-İskender Pala, Kitab-ı Aşk-

31 Temmuz 2008 Perşembe

Genç Werther'in Acıları...

12 Ağustos

Kesinlikle; Albert, gök kubbe altındaki en iyi insan. Dün harika bir konuşma geçti aramızda. Ona uğrayıp hoşça kal diyecektim; çünkü at sırtında dağlarda gezmek istiyordum -zaten şu anda sana oradan yazıyorum- ve odasında bir aşağı bir yukarı dolaşırken gözüme tabancaları ilişti. “Tabancaları yolculuğum için ödünç ver bana.” dedim.

“Nasıl istersen,onları doldurma zahmetine katlanırsan; ben onları öylesine bulunduruyorum,” dedi. Silahlardan birini aldım; Albert devam etti: “Dikkatsizliğim bana berbat bir oyun oynadığından beri bu aletlerle hiç ilgilenmek istemiyorum.” Hikayeyi merak ettim ve öğrenmek istedim. “Üç ay taşradaki bir arkadaşımın yanında kaldım,” diye anlatmaya başladı. “Bir çift tabancam vardı ve dolu olmadıkları için rahatça uyuyabiliyordum. Bir gün, yağmurlu bir öğle sonrası boş boş otururken nasıl oldu da, saldırıya uğrayabiliriz, tabancalara ihtiyacımız olur filan diye aklıma geldi bilmiyorum. Anlarsın işte! Tabancaları temizlesin ve doldursun diye uşağa verdim; o da kızlarla şakalaşmaya başlamış ve kızları korkutayım derken -nasıl oldu Tanrı bilir- harbi daha namludayken tabanca ateş almış , kızlardan birinin tam sağ eline isabet etmiş ve kızın başparmağını koparmış. Hem ağlamaları, sızlanmaları dinlemek zorunda kaldım hem de tedavinin parasını üstlendim; o günden beri dolu silah bulundurmuyorum. Sevgili arkadaşım, dikkat nedir ki? Tehlike. Gerçi...” bilirsin; şu 'Gerçi' sözcüğünü kullanmadıkları sürece insanlarla aram iyidir; çünkü, her genel kuralın istisnaları bulunduğu kendiliğinden anlaşılan bir gerçek değil midir! Ama insan iste bu kadar adildir. Acele, genel geçer, yarı dolu bir söz söylemiş olduğuna inanınca sonuçta konudan geriye hiçbir şey kalmayana kadar, seni sınırlandırır, değiştirir ve tartıp durur.

İşte Albert bu vesileyle söylenenleri telaşla derinlemesine ele aldı: bense, ani bir hareketle tabancanın namlusunu alnıma, sağ gözümün üstüne üstüne dayadım.
“Sakın!” dedi Albert ve tabancayı indirdi: “Ne yapıyorsun?”
“Dolu değil ki!” dedim.

“Ne olursa olsun.” diye cevap verdi: “Bir insanın kendini öldürecek kadar budala olabilmesini aklım almıyor; bunu düşünmek bile istemiyorum.”

“Siz insanlar,” diye bağırdım. “Bir konudan söz etmek için, hemen bu budalacadır, şu akıllıcadır, bu iyi, şu kötüdür, demek zorundasınızdır! Bu ne anlama geliyor? Yargıladığınız eylemin içsel koşullarını araştırdınız mı? Eylemi ortaya çıkaran, onu bir zorunluluk haline getiren nedenleri kesin olarak biliyor musunuz? Eğer öyle yapmış olsaydınız yargılarınızda bu kadar aceleci olmazdınız.”

“Ama motifleri ne olursa olsun kimi eylemler utanç verici olmaktan kurtulamaz,” dedi Albert. Ben omuzlarımı silktim ve ona hak verdim.

“Ama,” diye devam ettim. “Bu durumda da istisnalar vardır. Doğru, hırsızlık yapmak kötü bir şeydir, ama birinin yakınları açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıyaysa ve o kimse onları kurtarmak için hırsızlık yapmışsa merhamet mi, yoksa ceza mı hak etmiştir? Haklı bir öfkeyle sadakatsiz karısını ve onu aşağılık bir şekilde baştan çıkaran erkeği öldüren kocaya ya da aşkın karşı konmaz kendinden geçen bir kıza ilk taşı kim atar?”* Bu soğukkanlı ve kılı kırk yaran yasalarımız bile etkilenip ceza vermekten kaçınırlar.”

“Bu tamamen başka bir şey,” diye karşılık verdi Albert. “Çünkü tutkuların etkisine kapılan bir insan düşünme gücünü yitirir ve ona bir esrik, bir deli gözüyle bakılır.”
Gülümseyerek yüksek sesle, “Ah siz mantıklı insanlar” dedim; “Tutku! Esriklik! Delilik! Siz ahlak sahibi insanlar öylesine ilgisiz, öylesine kayıtsız görünüyorsunuz ki! Ayyaştan yakınıp aklı başında olmayanı aşağılıyorsunuz; bir rahip gibi yanlarından geçiyor ve nasıl Tanrı'ya şükrediyorsa sizi de onlar gibi yaratmadığı için Tanrı'ya öyle şükrediyorsunuz.** Ben kaç kez sarhoş oldum, tutkularım hiçbir zaman delilikten uzak değildi ve bunlardan pişmanlık duymuyorum: Çünkü anladım ki, büyük işleri, imkansızı başaran olağanüstü insaları eskiden beri sarhoşlar ve deliler olarak ilan etmek gerekiyordu.

“Ama gündelik hayatta bile, hemen hemen az çok özgürce, asilce ve beklenmedik bir biçimde gerçekleştirilen bir eylem görüldüğünde, her zaman bunu yapan için, 'Bu adam sarhoş, bir deli!' denilmesi dayanılmaz bir tavırdır. Utanın ayıklar! Utanın bilgeler!”

“Bu da yine vehimlerinden biri,” dedi Albert, “Her şeyi abartıyorsun ve en azından bu durumda kesinlikle haksızsın; çünkü şu anda sözünü ettiğimiz intiharı büyük eylemlerle karşılaştırıyorsun. Halbuki intihar, zayıflıktan başka bir şey olarak değerlendirilemez. Çünkü acılarla dolu bir hayata dirençle katlanmak yerine ölmek daha kolaydır.” Konuyu artık kesecektim; çünkü ben bütün kalbimden gelerek konuşurken önemsiz, beylik bir laf ortaya atan biri kadar hiçbir şey beni çileden çıkartamaz.

Ama kendimi toparladım; çünkü kaç kez başıma gelmişti bu ve kaç kez sinirlenmiştim. Ona biraz da hiddetle karşılık verdim: “Buna zayıflık mı diyorsun? Rica ediyorum, görünüş seni aldatmasın. Dayanılmaz bir despotun boyunduruğu altında inleyen bir halk sonunda başkaldırıp zincirlerini parçalarsa buna zayıflık mı diyeceksin? Evinin yanmasının yarattığı korkuyla bütün gücünün yoğunlaştığını hissedip, sakin bir ruh haliyle yerinden kıpırdatamıyacağı ağırlıkları kolayca dışarı taşıyan ya da bir hakeretin verdiği öfkeyle altı kişiye birden saldırıp onları alteden bir insana zayıf denebilir mi? Ve de sevgili arkadaşım çabalamak, direnmek güçlü olmaksa, aşırı duygusal gerilim niçin bunun tam tersi olsun?”

Albert bana baktı ve dedi ki: “Kusura bakma, ama verdiğin örnekler sanırım konumuz için uygun değil.”

“Belki öyledir,” dedim. “Akıl yürütmelerimizin hoş bir gevezeliğe benzediğini ilk kez duymuyorum O halde, aslında hoş bir yük olarak hissedilen hayatı sırtından atan birinin nasıl bir duygu içinde bulunduğuna bir bakalım. Çünkü ancak hissedebildiğimiz bir konuda konuşabilme hakkına sahibiz.”

“İnsanın doğasının (tabiatının) sınırları vardır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye kadar dayanabilir ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani burada söz konusu olan, birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değil, acılarının büyüklüğüne ne kadar dayanabildiği sorusudur! Hem ahlaki hem fiziki anlamda. Bence, kötü bir hastalık ateşinden dolayı ölen birine korkak demek ne kadar şaşırtıcıysa, kendi hayatına son veren birine korkak demek de o kadar şaşırtıcı olacaktır,” diye devam ettim.

“Çelişkili, çok çelişkili!” diye haykırdı Albert.

“Hiç de sandığın kadar değil,” diye karşılık verdim: “Kabul edersin ki, ölümcül bir hastalık dediğimizde, insanın doğasının bir daha kendisini toparlayamadığı, küçük, şanslı bir devrimle hayatın alışıldık seyrinin yeniden sağlanamadığı, bir bünyenin bütün gücünü tüketen ya da onu etkisiz hale getiren hastalığı kastederiz.”

“Şimdi, sevgili arkadaşım, dediklerimi insanın tinsel yanına uygulayalım. İnsana, kendi sınırlanmışlığı içinde bakıp edindiği izlenimlerin ona nasıl etki ettiğini, düşüncelerin onda nasıl kök saldığını görelim, sonunda gittikçe büyüyen bir tutku, o insanın bütün sakin akıl yetilerini başından alıp götürür ve onu yok eder.”
“Kayıtsız, aklı başında bir insanın bu zavallının durumunu gözardı edip ikna etmek için onunla konuşması bir işe yaramaz; tıpkı hasta yatağının yanı başında duran sağlıklı bir insanın, kendi bünyesinin gücü sayesinde hastaya en küçük bir katkıda buyulanamayışı gibi.”

Albert söylediklerimi fazlasıyla genel buldu. Ona, bir süre önce, ırmakta cesedi bulunan genç bir kızı hatırlattım ve onun başından geçenleri anlattım. “Ev işlerinin oluşturduğu dar çerçevede belirli haftalık uğraşların içinde yetişmiş olan, ancak zaman içinde edindiği elbiseleri giyinip kuşanıp akranlarıyla pazar günleri kentin çevresinde gezintiye çıkmaktan, fırsat buldukça festivalde dansa gitmekten başka herhangi bir eğlenceyi hayal edemeyen ve diğer zamanlarını, herhalde candan ve yürekten katılarak, bir arkadaşıyla olup bitmiş bir atışma, bir dedikodu hakkında konuşarak geriren bu iyi kalpli, genç varlık sonunda ateşli doğasında, erkeklerin iltifatlarıyla da kışkırtılınca daha içten ihtiyaçlar duymaya başlıyor; önceleri sevinci olan eğlenceler, gitgide tatsızlaşıyor, derken hiç bilinmeyen bir duygu onu karşı konulmaz bir biçimde başka bir insana sürüklüyor ve o bütün umutlarını bu insana yüklüyor, onun sayesinde çevresindeki bütün dünyayı unutuyor, o biricik kimseden başka kimseyi duymuyor, görmüyor ve hissetmiyor; özlemi, yalnızca o biricik sevgilidir. Kendini beğenmişliğe dayanan geçici ilişkilere hiç girmemiş olduğu için henüz duygularındaki içtenliği koruyan bu kız, arzularıyla dolaysız olarak amaca yöneliyor, sevgilisine ait olmak istiyor. Dileği, biricik sevgilisine sonsuza kadar bağlanıp yokluğunu duyduğu bütün mutluluğu onda bulmak, özlemini duyduğu bütün sevinçleri onunla bir arada yaşamaktır. Bütün ümitlerin gerçekleşeceğine dair, şüphe bırakmayana kadar tekrar edilen yeminler, arzularını kamçılayan cesur okşayışlar, kızın ruhunu tamamen sarmaya başlıyor; bütün sevinçlerin önsezisiyle bilinci bulanıklaşıyor ve gerilimi en yüksek düzeye ulaşıyor. O anda, bütün isteklerini gerçekleştirmek üzere kollarını açtığında ise sevgilisi onu terk ediyor. Donmuş, aklı başından gitmiş bir halde uçurumun kenarında duruyor; çevresi tümüyle karanlık, çıkış yok, teselli yok, gelecek yok! Çünkü ona var olduğunu hissettiren o tek kişi tarafından terk edilmiştir. Önünde açılan engin dünyayı, yütürdüklerini ona geri verebilecek olan başka birçok insanı göremez artık. Bütün dünya tarafından terk edilmiş, yapayalnız hisseder kendini ve artık kördür, yüreğinin korkunç kederi tarafından köşeye kıstırılmıştır; kendini uçurumdan aşağıya atar ve böylece onu kucaklayan ölümde, tüm acılarını boğuverir. Görüyor musun Albert, işte birçok insanın öyküsü böyle! Söyle, bu bir hastalık durumu değil midir? Doğa, bu karmakarışık ve çelişkili güçlerin labirentinden bir çıkış yolu bulamıyor ve insan ölüp gidiyor.

“Bu kıza bakıp onu budala olarak nitelendirebilenlere lanet olsun! 'Bekleseydi' diyecekler, 'zamanın, etkisini göstermesine izin verseydi çaresizliği gittikçe azalacaktı ve sonunda, onu teselli edebilecek başka biri ortaya çıkacaktı.' O halde şu da söylenebilir:Budalaya bak, ateşi onu öldürdü! Gücünün yerine gelmesini, bedenindeki sıvıların arınmasını, kanındaki kargaşanın dinmesini bekleseydi her şey yoluna girecekti ve bugün hala yaşıyor olacaktı!”

Karşılaştırmamı yeterince kesin bulmayan Albert bazı eleştirilerde bulundu, örneğin; yalnızca cahil bir kızmış anlattığım; mantıklı, olguları değerlendirebilen birinin nasıl mazur gösterilebileceğini anlamadığını söyledi.

“Arkadaşım” diye haykırdırm: “İnsan insandır ve birinin sahip olduğu o birazcık aklın tutku fırtınaları estiğinde, dolayısıyla insan olmanın sınırlarına varıldığında pek etkisi olmaz. Hatta... neyse, bu konuyu başka zaman konuşalım.” dedim ve şapkamı aldım. Ah, yüreğim dolup taşmıştı ve birbirimizi anlamadan ayrıldık; zaten bu dünyada kimse kimseyi kolay kolay anlamıyor ki!


*Joanna İncili 8, 7 : “Aranızda günahsız olan kimse ilk taşı o atsın.”
**Lucas 10, 31 : “Ama aşağı yukarı şöyle oldu ki, bir rahip ayrı yoldan aşağı iniyordu ve onu görünce, önünden geçti.” Sofu durup kendi kendine dua etti: “Başkaları gibi olmadığım için sana şükürler olsun tanrım.” Lucas, 18, 11.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

hey Barış Abi aşk olsun, aç koynuna kuş konsun...

Amanın ne de tatlı çocuklar... Maşallah Süphanallah...

-Bu saçlara nasıl bakıyosun sen ?

-Böyle...

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Şeyh Bedrettin (14. ve Son Bölüm...)

14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan seyhimin
çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.

Nazım Hikmet

14 Haziran 2008 Cumartesi

İlginç Bir Hikaye...

Aaron Hacker’in emlak bürosunun önünde New York plakalı kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Aaron’a selam verdi.
- ”Bay Hacker?” Aaron gülümseyerek, - ”evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay..?” Şişman adam,
- ”Dill” diyerek kendisini tanıttı. ”Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak.” dedi.
- ”Benim için de iyi olur Bay Dill. İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?”
- ”Doğrusunu isterseniz, evet. Kasabanın kenarındaki eski bina.”
- ”Sütunlu ev mi?”
- ”Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var.” Aaron kuru bir sesle,
- ”Evet, bizim satış listemizdedir.” Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış bir sayfayı işaret etti: ”160 yıllık bina. 8 odası, 2 banyosu, otomatik gaz fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın. 750.000 dolar.”diye okudu ve ekledi: - ”Hala ilgileniyor musunuz?” Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı. “Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?” Aaron, “Aslına bakarsanız,” dedi. “Bu evi defterime yalnızca yaşlı Sade Grim’in hatırı için kaydettim.Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi bir kaç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur.”
- ”Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor.” Aaron omuz silkti. “Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş.” Şişman adam gözlerini yerde gezdirdi. “Bu çok kötü.” dedi. Başını kaldırıp Aaron’a baktı ve çekingen bir biçimde gülümsedi. “Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi.” Aaron güldü. “100.000 dolara belki iyi bir alışveriş olurdu ama, 750.000 dolara...Sanırım Sade’in düşüncesini de anlıyorum. Hiç bir zaman fazla parası olmadı. Kendisine kentte çalışan oğlu bakıyordu. Sonra adam 5 yıl önce öldü. Onun için ev satmanın akıllıca bir iş olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendini avutuyor.” Üzgün bir ifade ile başını salladı.”Dünya ne kadar garip değil mi?” Dill soğuk bir sesle “Evet.” dedi. Sonra ayağa kalktı. “Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceğim.” Otomobilini Bn.Grim’in evinin önündeki yıkık dökük çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar iniyordu. Havanın sıcak olmasına karşın sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı.
- ”Bay Dill olmalısınız.”dedi, “Aaron Hacker buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?”
- Dill, “Dışarısı korkunç derecede sıcak.” diye söylendi.
- ”Öyleyse içeri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum. İçeriz.” İçerisi loş ve serindi. Panjurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaşlı kadın ellerini sıkı kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu. Şişman adam öksürdü...
- “Bn. Grim, az önce emlakçınız ile konuştum.” Kadın,”Tümünden haberim var.” diye sözünü kesti.
- “Aaron fikrimi değiştirebileceğiniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akılsızlık etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim.”
- ”Bayan Grim, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım.” Bn. Grim sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı.
- ”Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin.”
- ”Evet, haklısınız.” Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi.
- ”İzin verirseniz anlatayım. Bir iş adamıyım. Bekarım.Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artık dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce Albany’ye giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğimi düşünmüştüm. Bugün kasabadan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi.”
- ”Burayı ben de severim, Bay Dill. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten.” Dill gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.
- “Oldukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Bn.Grim, bu günlerde böyle bir ev en fazla...” ”Yeter.” diye bağırdı kadın.
- “Bay Dill bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum. Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım.”
- ”Fakat, Bn. Grim.”
- ”İyi günler Bay Dill.” Adamın da aynı şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı.
- “Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama, istediğiniz parayı ödeyeceğim.” Yaşlı kadın uzun süre adama baktı.
- “Emin misiniz, Bay Dill?”
- ”Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız.” Grim hafifçe gülümsedi.
- ”Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım.” Kadın elinde tepsi ile geriye döndüğünde Dill yine mendille alnındaki terleri siliyordu.Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı. Yaşlı kadın sallanan sandalyesine yaslanırken
- “Bu ev.” Diye söze başladı. ”1902’den beri aileme aittir. Kasabadaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğlum Michael doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Aaron bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?”
- Dill, “Evet.” dedi.
- ”Michael 9 yaşında iken babası öldü. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Michael belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince kasabayı terk edip kente gitti. Çok hırslı bir insandı. Kentte ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi.” Gözleri nemlenmişti. ”Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak istediğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün bir kaç saat için evi terk etmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu.” Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu. ”O gece evimize bir adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Michael’ın odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve...” Bir an durakladı. Omuzları sarsılıyordu... ”...ve bir silah sesi duydum.” diye devam etti. “İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Michael’ımda yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları anlattı. Michael ve tanımadığım o adam birçok suç işlemişler. Bir sürü yerlerden bir kaç milyon dolar çalmışlar. Michael parayı alıp kaçmış. Parayı bu evde, hala bilemediğim bir yerde saklamıştı. Sonra diğer adam hissesini almak için oğlumu arayıp bulmuştu. Paranın yok olduğunu görünce de oğlumu öldürmüştü.” Başını kaldırıp adama baktı. ”İşte o zaman evimi 750.000 dolara satışa çıkardım. Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyat ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapacağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti.” Sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Dill bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.”Uf!” dedi. Bu limonata çok acı...” Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omzunun üzerine cansız düştü.
__________________

12 Haziran 2008 Perşembe

"Batmak cam kırıkları veya güneşler gibi..."


Gün ağırlaştıkça kızıllaşan
Batan güneş mi yoksa güzel yüzün mü,
Yoksa karaciğerimde biriktirdiğim kanlı hüzün mü?
Evet, sadece gün değil ağırlaşan
Göz kapaklarım da eşlik ediyorlar ona,
Ve yüreğim ayla beraber kabaran sulara...


Gece ve sen,
Kararan ruhum ve dünyam.
Güneş ve sen,
Işıklarla doluyor içim, dışım.
Ve nihayet sadece sen..
En zararlısı, en vazgeçilmezi,
En acıtanı, en batanı,
Veya hiç batmayanı...

7 Haziran 2008 Cumartesi

Üstatlardan bie kaç şaheser...

DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Cahit Sıtkı Tarancı


BÜLBÜL
-Basri Bey oğlumuza-
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhîtin hâli "insâniyyet"in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neden andım!

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!

-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

(*) [Safahât, Yedinci Kitap]

(*) Bu şiir yazılırken Yunan istilâsı altındaki topraklarımızhususiyle Bursa'ya dair elîm haberler geliyordu; tetkikine de imkân yoktu.

Mehmet Akif ERSOY


İKİ KALP

İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen İki kol.

Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
Cemal SÜREYA



FAHRIYE ABLA
Hava keskin bir komur kokusuyla dolar.
Kapanirdi daha gun batmadan kapilar.
Bu, afyon ruhu gibi baygin mahalleden,
Hayalimde tek cizgi bir sen kalmissin, sen!
Hulyasindaki genis aydinliga gulen
Gozlerin, dislerin ve ak pak gerdaninla
Ne guzel komsumuzdun sen, Fahriye abla!

Evimiz kutu gibi kucucuk bir evdi,
Sarmasiklarla balkonu ortuk bir evdi;
Gunesin batmasina yakin saatlerde
Yikanirdi golgesi kuytu bir derede;
Yaz, kis yesil bir saksi itir pencerede;
Bahcende akasyalar acardi baharla,
Ne sirin komsumuzdun sen, Fahriye abla!

Once upuzun, sonra kesik sacin vardi;
Tenin bugdaysi, boyun bir basak kadardi;
Icini giciklardi butun erkeklerin,
Altin bileziklerle dolu bileklerin.
Acilirdi ruzgarda kisa eteklerin;
Acik sacik sarkilar soylerdin en fazla,
Ne capkin komsumuzdun sen, Fahriye abla!

Gonul verdin derlerdi o delikanliya,
En sonunda varmissin bir Erzincanliya.
Bilmem simdi hala bu ilk kocanda misin?
Hala daglari karli Erzincan'da misin?
Birak, gecmis gunleri gonlum hatirlasin;
Hatirada kalan sey degismez zamanla,
Ne vefali komsumizdun sen, Fahriye abla!
Ahmet Muhip Diranas

AKINCILAR
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi ``ilerle''
Bir yaz günü geçtik tunadan kafilelerle
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtığı yoldan
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bu gün gülleri açmış görürüzde
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Yahya Kemal BEYATLI


ENDÜLÜS'TE RAKS

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def' kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir.

Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Alnında halka halkadır âlşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli...
Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kerre öpmeli..

Gözler kamaştıran şala, meftûm eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sîneden: "Ole!"

Yahya Kemal BEYATLI


SÜLEYMANİYE'DE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mubarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükünette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.

Ordu-milletlerin en cok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmis Istanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harçını gaazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmıs buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..

Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!

Gördüm on safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi simasi bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettigimiz yerlerde.

Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahceleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derınden derıne;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mubarek bu seher!
Kadın erkek ve cocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.

Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mi? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mi? Tunus'dan mi, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Cok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahi.

Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Yahya Kemal BEYATLI



Annabel Lee

Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz
İsmi; Annabel Lee
Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee
Göklerde uçan melekler
Kıskanırlardı bizi
Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü bir rüzgarından bulutun
Güzelim Annabel Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni
Mezarı oradadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskanırdı bizi
Evet ! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi'
Bir gece rüzgarından bulutun
Üşüdü gitti Annabel Lee
Sevdadan yana kim olursa olsun
Yaşca başca ileri
Geçemezlerdi bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiç biri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee
Ay gelir ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee
Orda gecelerim uzanır beklerim
Sevgilim sevgilim hayatım gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni...
Edgar Alan POE
Melih Cevdet ANDAY çevirisiyle