27 Ağustos 2008 Çarşamba

"Hikaye-i Aşk" tan birkaç paragraf...

Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk
Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leylâ söyler
-Fuzuli-

.........

Yine öyle bir akşamdı. Tiryandafila ile geçireeği bir ömrün hayaliyle şevke gelmiş, ona feda edebileceği şeylerin hesabını yapmış, ama canından daha değerli bir hediye sunamayacağına hayıflanarak gözleri yaşarmış, ardından içindeki aşk acısını bir nefeste ağzından boşaltarak yeni bir gazele başlamıştı. O sırada rahlesinin üstündeki mumun çevresinde dönen bir pervane dikkatini çekti. Alevin çevresinde halkalar çizerek dönüyor, her defasında çemberin yarı çapını daraltırcasına aleve biraz daha yaklaşıyordu. "Galiba benim bu pervaneden farkım yok!" diye geçirdi içinden. "O da, ben de bir ateşin çevresinde dönüp duruyoruz. Üstelik ikimiz de gitgide ateşe daha çok yaklaşıyoruz."

Aşkın bir bakış, belki kısacık bir göz kayması olduğunu düşündüğü ilk gündü o. Sonra geliştirdi düşüncesini: Göz kalbe iletiyordu güzelliği ve kalpte bir kıvılcım tutuşuyordu. Bu kıvılcım hem ışık, hem ateş olma potansiyeline sahipti. Işık olmanın yolu ateş olmaktan geçiyordu. Önce yanmak ve alevin ışığını süzerek nura dönüştürmek gerekiyordu. Gönülde tutuşan ateşi söndürmek için göz damla damla su akıtıyor, ancak gözyaşı ateşi söndürmekten ziyade onun hareretini arttırıyordu. Nitekim kendisi de ağladıkça içinde Tiryandafila'nın aşkı artıyor, aşkı arttıkça gözünden akan yaşlar çoğalıyordu. Yanmak bakımından şu mum kendisine ne kadar da benziyordu. Onun da bağrında yanan bir can ipi, başında da alevler ve dumanlar vardı. Üstelik o yangından dolayı durmadan ağlıyor, gözyaşları bedeninden damla damla süzülürken bedenini eritiyor, tüketiyor, yok ediyordu. "Şu mum mu bana benziyor; ben mi muma dönmüşüm?!.." diye mırıldandı bir an ve devam etti bağrna birkaç yumruk vurarak, "Galiba mumlar gibi kendi gözyaşlarımın denizinde boğulana kadar sürecek bu yangın!"

Bütün bunlara ilişkin beyitler yazmaya devam etti uzunca bir süre. Sonra pervanenin ritmik dönüşlerine takıldı gözleri yeniden. Her dönüşte biraz daha daralan çember neredeyse mum alevinin üzerinde dönmeye başlamıştı. Pervane ışığında öyle kararlılıkla koşuyor, onu çepeçevre kuşatıyordu ki!... Bir an onu bir aşık olarak düşündü ver bu pervaneye nazaran kendisinin aşk iddiasında bulunmasının ne kadar clız kalıverdiğini gördü. "Evet! Bu pervane bana benzemiyor; ve ben bu pervaneye benzeyemiyorum!" Sonra kendisinin de kaç günlerdir Tiryandafila'nın yolunu gözlemekten dolayı avare olduğunu, Voyvode Alexander'ın tembihlerine rağmen işini aksattığını, tıpkı şu pervane gibi onun çevresinden uzaklaşamadığını, hatta sevgi çemberini daha da daraltmak ve ona daha da yaklaşmak için her defasında daha cesur ve atak davranmaya başladığını, günde bir kaç kez kilisenin önünden geçmesinin dikkat çektiğini, hatta bazı dostlarının neden camiye değil de kiliseye odaklandığını ima eden şakalarına alıştığını, dahası, ar ve namus kaygusundan sıyrılmaya başladığını falan düşündü. "Aşk" sözcüğünün "sarmaşık" demek olduğunu aklına getirdi bir an ve o sarmaşığın nice ince çınarlar gibi, selviler gibi kendisini de sardığını, buruk bir lezzet alarak hissetti. "Dıştan güzel görünen ama içten bünyeyi kurutan, hırpalayan bir sarmaşık" diye mırıldandığı sırada pervanenin, kanadını muma değdirdiğini ve o ilk yanış ile birlikte biraz gerilediğini gördü. Işığa vurgun pervanenin aşk azabını ilk tadışıydı bu. Kendisi bu azabı Tuna kıyısında Tiryandafila'yı gördüğü gün tatmıştı. Ne kadar garipti, şu "azap" kelimesi, "acı, elem, keder" demekti ama aynı zamanda "lezzet" de demekti.

.........

-İskender Pala, Kitab-ı Aşk-