29 Eylül 2008 Pazartesi

Barış Manço'dan Bir Röportaj

Barış Manço diyor ki...


-Dünyanın en iyi anlatım dilinin anadilim olduğuna inanıyorum.
Türkçe'nin çok muazzam bir esnekliği olduğunu düşünüyorum.
İki buçuk yaşındaki çocuğun anlayabileceği şekilde de anlatabiliyorum şarkılarımı.
Kırk yıl kafasını çalıştırsa da bu "adam ne demek istiyor?" diye zorlanılacak şekilde de anlatabiliyorum.


-Biz, kelimelerle, melodilerle, ezgilerle direkt gönüllere girme savaşı veriyorduk.
Zaten gönüllere girseniz çıkmıyorsunuz.
Şimdiki arkadaşlarımızın kavgaları gönle girmek değil,insanların eklem yerlerine hitap ederek gözlerine
girmek sadece.
Adı üzerinde zaten; göze girenler de hemen gözden çıkıyor.


-İstanbul doğumluyum; Galatasaray Lisesi'nde okudum;
Belçika Kraliyet Akademisi'ni bitirdim.
Otuz sene Fransızca konuştum.
Bu açıdan bakılınca batı kültürü ile yetişmiş bir adam olarak görünüyorum.
Anadolu topraklarını ilk olarak 19 yaşındayken gördüm.
55 yıllık yaşamımın büyük bir bölümünü yabancı ülkelerde konuşarak ve yaşayarak geçirdim.
Ona rağmen hâlâ kendi dilimden, kendi dînimden ve halkımdan kopmadım.
Diğer insanlar 15 günlük tura gidince hemen dönüyorlar ve gittikleri ülkenin dili ile konuşuyorlar.
Ben dilimi 35 yıldır bozamadım 15 günde bir insanın dili Türkçe'den kayabiliyorsa o insanın geninde bozukluk vardır.
Bakıma ihtiyacı vardır böyle insanın.
Geçen Ramazan ayında Kudüs'teki çekimlerimde Kudüs'te yaşayan,
Anadolu'dan 80 sene önce göçmüş bir Ermeni ailesi bizi iftara davet ettiler.
Biz bunu Ramazan ayında yayınladıktan sonra bir sürü vatandaşımız tekrar yayınlanmasını istediler.
Burada garip olan şu: Bu aile 80 sene önce Türkiye'den göçmüş; anne-baba ve çocuklar orada doğmuşlar.
Torunlar da orada doğmuş ve senden benden iyi Türkçe konuşuyorlar.
İnsanları etkileyen de sanırım bu durumdu.
Ama öte taraftan İstanbul'lu bir aile 15 günlüğüne Venedik'e gidiyor. Bir bakıyorsun dili dönmüş.


-Türkiye'de spor neyse müzik de odur.
Türkiye'yi idare edenler ne kalitedeyse müzik de odur.
Türkiye'nin bakkalı ne kadar namusluysa müzik de odur.
Bu imparatorluğu biz yapan değişik unsurların birbirine saygısından kaynaklanan bir ortamdan geliyorum.
Her sabah siftah yaparken bizim esnaf birbirine hayrlar dilerdi.
Siftah yaptıktan sonra gelen müşteriyi komşusuna gönderirdi.
Şimdi böyle bir toplum var mı? O esnaf market oldu.
Zaten benim zamanımda hatırlamıyorum bir futbol maçında olay çıksın.
Bugün her futbol maçında olay çıkıyor. Tribünde çıkmasa sahada çıkıyor.
Böyle topluma böyle müzik olur. Mecliste şimdi kavga ediliyor.
Bizim zamanımızda en fazla sıra kapaklarına vurulurdu.
Şimdi meclisimizde tekme-tokattan geçilmiyor.
Bu böyle gitmeyecek tabiî. Her hareket kendi alternatifini ortaya çıkarır.
Her reaksiyon kontra reaksiyon getirir. Devamlı bir bozulmayı hiç bir toplum kaldıramaz.


-Hafızasına aldığını başkalarına da aktarabilene entelektüel denir.
Entelektüel olmak mecburiyetindeyiz.
Ama kafana yerleştirdiklerini anlatmazsan insanlara o zaman entelektüel değilsindir.
Koca koca adamlar var 70-80 yaşında hâlâ kitap yazmıyorlar. Koca bakanın anıları var.
Bu adam anılarını mezara götürüyor. Bu doğru değil. Keşke hepimizin, 60 milyon insanın kitabı olsa.
Herkes kendi hayat öyküsünü anlatsa; biz bunu okusak da faydalansak.
Mesela ben bütün edindiğim tecrübelerimi insanlara aktarmaya çalışıyorum.
Şu anda muhteşem bir olay var. Kamera, tv, video gibi onları kullanıyorum.
Benim derdim dünyayı gezmek değil. Öyle bir kaygım yok.
Kimse evinin sıcak rahatlığı varken öyle kutuplara, ekvatora gidip dolaşmaz.
İnsanlar arasında iletişim köprüsü kurmanın yaşamımdaki görevim olduğuna inanıyorum.


-Şimdi bakın herkes korkuyor; "ya Cezayir olursak, ya İran gibi olursak?".
Biz hiç bir zaman öyle olmadık ki şimdi olalım. Bu ülkede garip bir paradigma var.
Bilmeden konuşuyor insanlar. İslami tarihimizi bilmiyoruz.
Hâlâ kalkıp kendi toplumumuzu ona buna göre ölçüyorlar. Türban kavgaları da buradan kaynaklanıyor.
Kimse alınmasın ama gerçek böyle. Sen bana karışmazsan ben sana niye karışayım.
Ne yapacak bu yaştan sonra; cebinde parası yok; okumak zorunda.
Ülkücüsü de solcusu da haklı. Hepsi, kendi kafasına göre ülkeye hizmet etmek istiyor.
Dünyanın en güzel gençliği var şu anda Türkiye'de. Gençlere hep kızıyorlar.
Bizim zamanımızda da kızıyorlardı. Sağcısıyla solcusuyla türbanlısıyla sakallısıyla bunlar bizim evladlarımız.


-Kimse dünyaya sebepsiz gelmiyor. Yaradan bizi belli işleri yapsın diye göndermiş dünyaya.
Çocuklara hizmet etmek de benim görevlerim arasında. Benim içimdeki çocuk hiç büyümüyor.
Kendimin büyümediğini hissettiğim için çocuklarla hep birlikteyim.


-Biz ülke olarak teşekkür etmeyi bilmiyoruz. Teşekkür Arapça "şükran"dan gelir.
Lütfen de Farsça'dan geliyor. Türk'ün lügatinde bir şeyi isteyerek almak yok.
Öyle hani lütfen verir misin deyip arkasından da teşekkür etmemişiz.
Bu bizim bir yaramız; yaraları ortaya koyup teşhir etmez isen önleyemezsin.
Sevincimizi nasıl ifade edeceğimizi bilmiyoruz.
Maçtan takım galip çıkınca penceredeki masum vatandaşı vurabiliyoruz.
Neymiş takım gol atmış. Yerin dibine batsın böyle gol. Düğünlerimizde de böyle.
Ancak gençlerden ümitliyim. Hem politik-ideolojik görüşlerinden hem duygusal renklerinden.
Çünkü hepsi farklı. Bu gençlerin babaları tek tipti.


-Ortaya bir şeyler koyuyorsam bunların ileriki kuşaklar tarafından bilinmesini istiyorum.
Bu da ancak yazı yoluyla olacak. O açıdan ben söyleşilere büyük önem veriyorum.
Televizyon söyleşilerine o kadar sıcak bakmıyorum. Bunlar, yazılı kaldığı için daha önemli.

Genç istidat Baki Günay'ın Merdiven Sanat'ın nisan sayısında Barış Manço ile yaptığı mufassal mülakatın usaresi...
düşünen, arayan, araştıran beynini yoran sanatçılar;şüphesiz ki istisnaî değerler.
Onlar, hayat görüşlerini nesildaşları ve sonrakilerle paylaştıkça bu yolda yeni çığırlar açılır.
Düşünme ve teklif üretme külfeti herkesin borcudur. Madem ki insansın; insanlara karşı borçların var...


Entellektüel Boyut Röportajı 13.04.1998

8 Eylül 2008 Pazartesi

Jean-Luc Godard Senaryosu


Umberto Eco



Erkek gelir(a) ve bir rafinerinin(b) patlama sesi duyulur(c). Amerikalılar(d) sevişir(e). Bazukalı(f) yamyamlar(g) demiryoluna(h) ateş ederler(i). Kadın bir tüfekten(l) çıkan mermilerle delik deşik olmuş yere devrilir(n). Vincennes'e(o) çılgın bir süratle(p) gelen Cohn-Bendit(q) trene yetişir(r) ve konuşur(s). İki adam(t) kadını(u) öldürür. O Mao'nun(v) özdeyişlerini okur. Montesquieu(z) Diderot'ya(w) bir bomba(x) atar. Kendini öldürür(k). Sokakta Le Figaro(j) satar. Kızılderililer gelir(y).


- Değişkenler Anahtarı

a) Daha önceden oradadır ve Mao'nun özdeyişlerini okumaktadır. Süper otoyolda, çevresine saçılmış beyin parçaları ortasında yerde ölü yatmaktadır. Kendini öldürür. Bir kalabalığa uzun uzun konuşur. Cadde boyunca koşar. Bir pencereden dışarı sıçrar.

b) Bir anaokulu. Notre Dame. Komünist Parti Merkez Bürosu. Parlamento. Le Figaro bürosu. Elysee Sarayı. Paris.

c) Çevreye yayılır. Sıçrar. Küt diye çarpar. Tak-tak-tak. Mırıltılar.

d) Almanlar. Fransız paraşütçüler. Vietnamlılar. Araplar. İsrailliler. Polis.

e) Sevişmezler.

f) Yagatan. Le Figaro sayıları. Korsan kılıcı. Hafif makineli tüfek. Kırmızı boya kutuları. Turuncu boya kutuları. Siyah boya kutuları. Picasso resimleri. Küçük kızıl kitaplar. Resimli posta kartları.

g) Kızılderililer. Muhasebeciler kalabalığı. Karşıt komünistler. Çıldırmış kamyon şöförleri.

h) Elysee Sarayına. Nanterre Üniversitesi'ne. Piazza Navona'da. Bütün yol üzerinde.

i) Taş atarlar. Bombalar. Boş kırmızı, yeşil, mavi, sarı, siyah boya kutuları. Kaygan bir madde dökerler.

l) Yeni dünya ağacı.

m) Karnında açık bir yarayla. Ağzından sarı (kırmızı, mavi, siyah) boya kusarak. Voltaire'le sevişirken.

n) CIA ajanlarınca pencereden atılır. Paraşütçülerin cinsel saldırısına uğrar. Avusturalya yerlilerince öldürülür.

o) Nanterre. Flins. Bastille MEydanı. Clignanclourt. Venedik.

p) Sallanarak. Çok, çok yavaş. Arka zemin hareket ederken (geride gösterim) hareketsiz kalır.

q) Jacques Servan-Schreiber. Jean Paul Sartre. Pier Paolo Pasolini. D'Alembert.

r) Treni kaçırır. Bisikletle gider. Paten ayakkabılarıyla.

s) Gözyaşlarına boğulur. Viva Guevera diye bağırır.

t) Bir Kızılderili grubu.

u) Herkesi öldürür. Kimseyi öldürmez.

v) Brecht'den alıntılar. İnsan Hakları Beyannamesi. Saint-John Perse. Prens Korzybski. Eluard. Lo Sun. Charle Peguy. Rosa Luxemburg.

z) Diderot. Sade. Restif de la Bretonne. Pompideou.

w) Daniel Cohn-Bendit. Nixon. Madame de Sevigne. Voiture. Van Voght. Einstein.

x) Bir domates. Kırmızı (mavi, sarı, siyah) boya.

k) Uzaklaşır. Ötekilerin hepsini öldürür. Zafer Anıtına bir bomba atar. Bir elektronik beyni havaya uçurur. Çeşitli boya (sarı, yeşil, mavi, kırmızı, siyah) kutuları boşaltır yere.

j) Mao'nun özdeyişleri. Bir ta-tze-bao yazar. Pierre Emmanuel'den dizeler okur. Bir Chaplin filmi seyreder.

y) Paraşütçüler. Almanlar. Açlıktan ölmüş, kılıçlarını sallayan muhasebeci kalabalığı. Zırhlı arabalar. Pompidou ile birlikte Pier Paolo Pasolini. Bank Holiday trafiği. Kapı kapı dolaşıp ansiklopedi satan Diderot. Paten tahtaları üzerinde Marksist-Leninist birlik üyeleri.

Onlar İçin Minibüs Şarkısı

Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları
Pat pat pat diye gülerler bir motosiklet neşesiyle
Ama zariftirler de bir bisiklet kazasında ölmeyi akıl edecek kadar,
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını tartışacak kadar naiftirler de,
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları,
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler
Dardırlar da, söz aramızda, çekecek kullanarak işlemde bulunmak
gerekir,
Bayramlarda trafik noktalarına gül lokumu kutuları bırakırlar,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar,
Hekimdirler güneş gözlüğüyle kürtaj yaparlar başarırlar da
Şapkaları güzel bir niyet gibidir, öfkeleri dört mevsim reklamı,
Lirik değillerdir olmayı da istemezler zaten isteseler de olamazlar
Ama hamarattırlar uyku hapları ve bir sürü zımbırtıyla ölümü
magazinleştirecek kadar;
Padişahtırlar ferman çıkarmışlardır: hareme patlıcan ve hıyar ancak kıyılarak sokulabilir;
Sikke kesmişlerdir badem yaprağından ince kırağı tanesinden yeğni; Tecimendirler yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların
sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim
kuralları çıkaracak kadar,
Dalgalı görürler her şeyi çiçek sayrılığını omuriliklerinde
geçirmişlerdir;
Efedirler, Nazilli'de Uzunçarşı onlarındır törenlere madalyalarla
katılırlar
Ama yük kamyonları Denizli'den geçerken plaka değiştirir
Ve sakıngandırlar sokakta konuşurken sırtlarını duvara verecek
kadar;
Düğünlerinin provası yapılır sünnetlerinin de ölümlerinin de
Kefenleri de kundakları gibi özenle hazırlanır ve aynı renktedir:
Kızlar için pembe-beyaz oğlanlar için beyaz-mavi
Dünya müzesinin en renkli portreleridirler
Tarihin sabıka kaydında fotoğrafları
Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun;
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne sayısız özdeyiş yatar
kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice duygusaldırlar
iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı
bilmezler,
Bönlükten korkarlar, gezgin köftecilerden adamakıllı korkarlar
Fotoğrafın arabından ödleri kopar
Öğretmenlerden de korkarlar nedense
Ama elbet yerine göre gözüpektirler de
Sigaralarını yüksek fırından yakacak kadar;
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın;
Olasılığa tanrı gibi taparlar da olağandan ödleri kopar,
Doğuran atı güzel bulur
Eski Anadolu-Bağdat demiryolu ortaklığının kitaplığında
Ve bir takım belletenlerde adları geçer,
Noterler tutar güncelerini,
Yönetmendirler kurul başkanıdırlar
Japon feneri ya da uçurtma tadı taşıyan senetlerden
Zamanaşımı süresi dolmadan tüyüp gider imzaları,
Kimi sözler onlar için kullanılır: saygın, ünlü, şahane
Kimi sözler onlar için de kullanılır
Kimi sözler onlar için kullanılamaz
Kimi sözlerin kullanılmaması doğrudur
Kimi sözler hiç kullanılamaz
Haşhaşla çalıştırırlar güzellik enstitülerini
İşbilirlik konusunda yücegönüllüdürler Svidrigaylov'luk taslarlar
Gerçekte su katılmadık birer Lujin'dirler
Taşarondurlar,
Yine de
Göçmen kuşların durumu söz konusu olunca
Bir yerlerinden birkaç Ahmet Cemil birden çıkarabilirler;
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
Kalırlar orda.

Cemal Süreya

OH! THE PUBLIC

by Anton Chekhov


"HERE goes, I've done with drinking! Nothing. . . n-o-thing shall tempt me to it. It's time to take myself in hand; I must buck up and work. . . You're glad to get your salary, so you must do your work honestly, heartily, conscientiously, regardless of sleep and comfort. Chuck taking it easy. You've got into the way of taking a salary for nothing, my boy -- that's not the right thing . . . not the right thing at all. . . ."

After administering to himself several such lectures Podtyagin, the head ticket collector, begins to feel an irresistible impulse to get to work. It is past one o'clock at night, but in spite of that he wakes the ticket collectors and with them goes up and down the railway carriages, inspecting the tickets.

"T-t-t-ickets . . . P-p-p-please!" he keeps shouting, briskly snapping the clippers.

Sleepy figures, shrouded in the twilight of the railway carriages, start, shake their heads, and produce their tickets.

"T-t-t-tickets, please!" Podtyagin addresses a second-class passenger, a lean, scraggy-looking man, wrapped up in a fur coat and a rug and surrounded with pillows. "Tickets, please!"

The scraggy-looking man makes no reply. He is buried in sleep. The head ticket-collector touches him on the shoulder and repeats impatiently: "T-t-tickets, p-p-please!"

The passenger starts, opens his eyes, and gazes in alarm at Podtyagin.

"What? . . . Who? . . . Eh?"

"You're asked in plain language: t-t-tickets, p-p-please! If you please!"

"My God!" moans the scraggy-looking man, pulling a woebegone face. "Good Heavens! I'm suffering from rheumatism. . . . I haven't slept for three nights! I've just taken morphia on purpose to get to sleep, and you . . . with your tickets! It's merciless, it's inhuman! If you knew how hard it is for me to sleep you wouldn't disturb me for such nonsense. . . . It's cruel, it's absurd! And what do you want with my ticket! It's positively stupid!"

Podtyagin considers whether to take offence or not -- and decides to take offence.

"Don't shout here! This is not a tavern!"

"No, in a tavern people are more humane. . ." coughs the passenger. "Perhaps you'll let me go to sleep another time! It's extraordinary: I've travelled abroad, all over the place, and no one asked for my ticket there, but here you're at it again and again, as though the devil were after you. . . ."

"Well, you'd better go abroad again since you like it so much."

"It's stupid, sir! Yes! As though it's not enough killing the passengers with fumes and stuffiness and draughts, they want to strangle us with red tape, too, damn it all! He must have the ticket! My goodness, what zeal! If it were of any use to the company -- but half the passengers are travelling without a ticket!"

"Listen, sir!" cries Podtyagin, flaring up. "If you don't leave off shouting and disturbing the public, I shall be obliged to put you out at the next station and to draw up a report on the incident!"

"This is revolting!" exclaims "the public," growing indignant. "Persecuting an invalid! Listen, and have some consideration!"

"But the gentleman himself was abusive!" says Podtyagin, a little scared. "Very well. . . . I won't take the ticket . . . as you like. . . . Only, of course, as you know very well, it's my duty to do so. . . . If it were not my duty, then, of course. . . You can ask the station-master . . . ask anyone you like. . . ."

Podtyagin shrugs his shoulders and walks away from the invalid. At first he feels aggrieved and somewhat injured, then, after passing through two or three carriages, he begins to feel a certain uneasiness not unlike the pricking of conscience in his ticket-collector's bosom.

"There certainly was no need to wake the invalid," he thinks, "though it was not my fault. . . .They imagine I did it wantonly, idly. They don't know that I'm bound in duty . . . if they don't believe it, I can bring the station-master to them." A station. The train stops five minutes. Before the third bell, Podtyagin enters the same second-class carriage. Behind him stalks the station-master in a red cap.

"This gentleman here," Podtyagin begins, "declares that I have no right to ask for his ticket and . . . and is offended at it. I ask you, Mr. Station-master, to explain to him. . . . Do I ask for tickets according to regulation or to please myself? Sir," Podtyagin addresses the scraggy-looking man, "sir! you can ask the station-master here if you don't believe me."

The invalid starts as though he had been stung, opens his eyes, and with a woebegone face sinks back in his seat.

"My God! I have taken another powder and only just dozed off when here he is again. . . again! I beseech you have some pity on me!"

"You can ask the station-master . . . whether I have the right to demand your ticket or not."

"This is insufferable! Take your ticket. . . take it! I'll pay for five extra if you'll only let me die in peace! Have you never been ill yourself? Heartless people!"

"This is simply persecution!" A gentleman in military uniform grows indignant. "I can see no other explanation of this persistence."

"Drop it . . ." says the station-master, frowning and pulling Podtyagin by the sleeve.

Podtyagin shrugs his shoulders and slowly walks after the station-master.

"There's no pleasing them!" he thinks, bewildered. "It was for his sake I brought the station-master, that he might understand and be pacified, and he . . . swears!"

Another station. The train stops ten minutes. Before the second bell, while Podtyagin is standing at the refreshment bar, drinking seltzer water, two gentlemen go up to him, one in the uniform of an engineer, and the other in a military overcoat.

"Look here, ticket-collector!" the engineer begins, addressing Podtyagin. "Your behaviour to that invalid passenger has revolted all who witnessed it. My name is Puzitsky; I am an engineer, and this gentleman is a colonel. If you do not apologize to the passenger, we shall make a complaint to the traffic manager, who is a friend of ours."

"Gentlemen! Why of course I . . . why of course you . . ." Podtyagin is panic-stricken.

"We don't want explanations. But we warn you, if you don't apologize, we shall see justice done to him."

Certainly I . . . I'll apologize, of course. . . To be sure. . . ."

Half an hour later, Podtyagin having thought of an apologetic phrase which would satisfy the passenger without lowering his own dignity, walks into the carriage. "Sir," he addresses the invalid. "Listen, sir. . . ."

The invalid starts and leaps up: "What?"

"I . . . what was it? . . . You mustn't be offended. . . ."

"Och! Water . . ." gasps the invalid, clutching at his heart. "I'd just taken a third dose of morphia, dropped asleep, and . . . again! Good God! when will this torture cease!"

"I only . . . you must excuse . . ."

"Oh! . . . Put me out at the next station! I can't stand any more. . . . I . . . I am dying. . . ."

"This is mean, disgusting!" cry the "public," revolted. "Go away! You shall pay for such persecution. Get away!"

Podtyagin waves his hand in despair, sighs, and walks out of the carriage. He goes to the attendants' compartment, sits down at the table, exhausted, and complains:

"Oh, the public! There's no satisfying them! It's no use working and doing one's best! One's driven to drinking and cursing it all. . . . If you do nothing -- they're angry; if you begin doing your duty, they're angry too. There's nothing for it but drink!"

Podtyagin empties a bottle straight off and thinks no more of work, duty, and honesty!


NOTES

third bell: train passengers were given 3 warning bells: the first (single) ring indicated 15 minutes until departure; the second (2 rings) indicated 5 minutes; and the third bell (3 rings) sounded as the train left the station

Otobiyografi

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya

Lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'de
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

Nazım Hikmet

A Plan for the Improvement of English Spelling



For example, in Year 1 that useless letter 'c' would be dropped
to be replased either by 'k' or 's', and likewise 'x' would no longer
be part of the alphabet. The only kase in which 'c' would be retained
would be the 'ch' formation, which will be dealt with later. Year 2
might reform 'w' spelling, so that 'which' and 'one' would take the
same konsonant, wile Year 3 might well abolish 'y' replasing it with
'i' and Iear 4 might fiks the 'g/j' anomali wonse and for all.

Jenerally, then, the improvement would kontinue iear bai iear
with Iear 5 doing awai with useless double konsonants, and Iears 6-12
or so modifaiing vowlz and the rimeining voist and unvoist konsonants.
Bai Iear 15 or sou, it wud fainali bi posibl tu meik ius ov thi
ridandant letez 'c', 'y' and 'x' -- bai now jast a memori in the maindz
ov ould doderez -- tu riplais 'ch', 'sh', and 'th' rispektivli.

Fainali, xen, aafte sam 20 iers ov orxogrefkl riform, wi wud
hev a lojikl, kohirnt speling in ius xrewawt xe Ingliy-spiking werld.


Mark Twain

Mutlu Aşk Yoktur Ki Dünyada - Louis Aragon -


Aslında hiçbir şey kâr değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız erlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada

Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir bir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada

Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş göz yaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa.


Çeviren: Cemal Süreya

Ümit Yaşar Oğuzcan'dan 2 Şaheser

Gözlerim Gözlerinde

Hep böyle çocuksu mu bakar senin gözlerin?
Hep böyle içinde uzak bir ışık mı yanar?
Bakışlarında beni dinlendiren bir şey var;
Kıyısındaymış gibi en sakin denizlerin...
Bir yelkenliyim şimdi ben senin limanında
Fırtınalardan geldim sende dinleniyorum.
Bu huzur, bu sessizlik hiç bitmesin diyorum;
En eşsiz dakikalar sürsün senin yanında...
Hiç yumma gözlerini, ışığın eksilmesin,
Gündüzüm aydınlığım, ipek böceğim benim!
Güz bahçemde açılmış o son çiçeğim benim!
Yorgun kalbim seninle elem nedir bilmesin;
Ayırma gözlerimden çocuksu gözlerini,
O sakin o yalansız, o kuytu gözlerini


Milyon kere Ayten

Ben bir Ayten'dir tutturmuşum
oh ne iyi Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten'e beş var
Ya da Ayten'i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi Ama yağma yok
Ayten'i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar
Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada Aşkın adı Ayten olsun